Close
Moğolistan

Moğolistan

KÜL PRENSİ’NİN OKUNAMAYAN  HİKAYESİ

Henüz yeşermiş otların arasında rastgele serpilmiş gibi duran kaya parçaları belirdiğinde ıssızlığın tam ortasındaydık. İki gündür kat etmeye uğraştığımız on kilometrelik yolun nihayet sonuna gelmiştik; Orhon Irmağı kıyısından ayrılır ayrılmaz, koyun yılının on yedisinde ölen Kül Prensi’nin mezarı uzaktan görünmüştü. Tam o sırada, nereden çıktılarsa iki süvari beliriverdi yanımızda. Yerinde duramayan, ufak tefek olmalarına karşın müthiş çalımlı ve zapt edilmez görünen Moğol atlarına binmiş iki genç kadındı… Altımızdaki araba bomboş arazide yoldur diye tutturduğu istikamette hoplaya zıplaya ilerlemeye çalışırken süvariler çevremizde birkaç tur attı, sonra yanımızsıra tırısa aldılar hayvanları. Uzaktan gördüğümüz kayaların kaba yontulmuş heykel parçaları olduklarını anlayacak kadar yaklaşınca onlar atlarından biz arabadan indik.

İstanbul’dan Orhun Anıtları’na gitmek için beş ülkeden geçmiş, bir ayda yaklaşık on bin kilometreyi arkada bırakmıştık. Altıncı ülke Moğolistan’ın Karakurum bölgesinden ayrıldığımızda önümüzde sadece on kilometre yol kalmıştı ancak bu son etabı iki günde kat edebilmiştik.

İstanbul’dan başlayan, İran, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Güney Sibirya’dan sonra Moğolistan’ın Başkenti Ulan Batur’a ulaşan yolculuğun hikayesini başka yazılara bırakıp Ulan Batur ile Orhun anıtları arasındaki iki günü baştan anlatayım ben size en iyisi.

Gece yarısı ayrıldığımız Ulan Batur’dan bir hayli uzaklaşmıştık ki asfalt iyice bozuldu, çok geçmeden yol bitti, bozkıra indik. Şoför önce duraladı, uçsuz bucaksız araziyi gözleriyle taradı, sonra alışkın direksiyon hareketleriyle arabayı boşluğa sürdü.

Hoplaya zıplaya gidiyorduk. Görünürde kerteriz alacak ne bir tepe, ne bir ağaç, ne de bir kaya vardı. Şoför arabayı kâh güneşin doğduğu yere, kâh bulutların toplandığı ufka sürüyor, denizcilere özgü sezgiyle ilerliyordu sanki. İne çıka gidiyorduk; yamaçlar, bayırlar aşarak değil, henüz dinmiş meltem dalgalarında seken küçük tekneler gibi ine çıka. Yağmurdan sonra saplanıp kalmış arabaların tekerlek izlerine, eşelenmiş atların açtıkları çukurlara girdikçe sarsılıyorduk. Yola çıktığımızda başlayan ve giderek koyulaşan ıssızlık, bütün ağırlığıyla içimize de çökmüştü.

Moğolistan’ın orta yerinden hangi yöne giderseniz gidin günlerce ıssızlığın içinde yol alırsınız. Dünyanın ne kadar boş, ufkun ne kadar uzakta, gökyüzünün ne kadar yüksek, mavi ve çıplak olduğu burada daha iyi anlaşılır. Gidiyorduk. Karakurum üstünden Erdene Zuu Tapınağı’na doğru asfaltı bitirmiş, çayır çimen üstünde, zıplayıp sekerek ilerliyorduk. Şoförümüz genç bir Moğol’du ve hiç kuşkusuz, kadın erkek bütün Moğollar gibi bebekken atların toynakları arasında emeklemiş, tay tay dururken de at binmeyi öğrenmişti. Rus malı kamyon bozması Kamas minibüsü kullanırken sergilediği tarz, at binmedeki ustalığının izlerini taşıyordu; her ne kadar at sırtında değilsek de nihayet kuş uçmaz kervan geçmez bozkırda yol alıyorduk ve yakışanı da buydu.

Araba büyük bir tahta kapının önünde durdu. Güneş bir mızrak boyu yükselmişti, Moğolların 800 yıl önceki Başkenti Karakurum’un kalıntılarından az önce geçmiştik.

Karakurum, Moğolların tarih boyunca kurdukları az sayıdaki kentten biri. Oldum olası “ger” denilen çadırlarda yaşıyorlar. Gerler bildik çadırlardan değil. Moğol steplerinin soğuğuna, çölün güneşine, yağmura, fırtınaya göğüs gerebilen, kolayca sökülüp kurulabilen güvenli, kullanışlı, güzel yuvalar.

Önünde beklediğimiz büyük ahşap kapı, Karakurum’un birkaç kilometre dışındaki Erdene Zuu Tapınağı’nın girişiydi. 411 yaşındaki Tapınağı yüksek duvarlar çevreliyordu. Bütün gece yol almıştık, yorgunduk.

Uyuklayarak kapının açılmasını beklerken nal sesleriyle kendimize geldik. Bir grup kadın dörtnala gelip büyük tahta kapıya dayanmışlardı. Atlar eşinirken kadınlar bir sıçrayışta indiler. Nakışlı meşin yularları, büyük demir halkalara bağlayıp dua saatini beklemeye başladılar.

Çok geçmeden çanlar uzun uzun vurdu, kapılar açıldı. Kadınlar önde biz arkada içeri girdik.

Küresel bir boşluğa düştük önce. Uçsuz bucaksız bir avludaydık. Yeryüzünün hatırı sayılır bir parçası, zarif kuleli duvarlarla çevrelenmiş, köşeleri kalkık yayvan çatılı yapılardan irili ufaklı onlarcası bu büyük alana serpilmişti. Tapınak, manastır ya da stupa olarak kullanılan binaların arasındaki çayırlara patikalardan bir ağ bırakılmıştı.

Kadınların peşinden en geniş patikayı tutturup yürümeye başladım. Budist rahipler erguvan rengi harmanileriyle birer ikişer çayırlar arasındaki patikalarda belirdi. Değişik yönlerden ama hep birlikte, uzaktaki büyük tapınağa doğru gidiyorduk. Bir zamanlar yüzden fazla binanın bulunduğu alanda yıllarca terk edilmişliğin izleri, yanından geçtiğim kırık heykel parçalarında, oraya buraya savrulmuş yazılı taşlarda kendini gösteriyordu.

Tapınağın avlu kapısına geldik, önce rahipler girdi, sonra kadınlar, en arkadan ben. Hemen girişe büyük bir kazan yerleştirilmişti. Derin bir lâcivert pelerine bürünmüş muhafız kazanın başındaydı. Arkasındaki tapınakla birlikte etkileyici görünüyordu. Yeni gelenler kapıda belirdikçe kazana tütsü atıyor, yanından geçenler dumanlar arasından tapınağa doğru ilerliyordu. Biz de geçtik, binaya girdik. Tapınağın büyük salonunda yaşlı rahipler karşılıklı bağdaş kurarak oturmuş, önlerine açtıkları kutsal kitapları mırıltı halinde hep bir ağızdan okuyorlardı. İçerdeki titrek ışık ince bir dengede duruyordu; her an kör edici bir aydınlığa ya da zifiri karanlığa, ama mutlaka ikisinden birine yerini bırakacakmış gibi geldi bana. Tam arada, kararsız bir dengedeydi.

Rahiplerin mırıldandıkları eski Tibetçe mantralar, Tapınakta küçük yankılar bırakarak dolaşıyor, binayı çepeçevre kuşatan frizde yan yana duran yüzlerce Budha heykeline çarparak eriyordu. Bu heykeller taş bebekler gibi giydirilip süslendikten sonra duvardaki boşluğa tek sıra dizilmişti. Önlerine küçük kandiller konmuş, sunak çanakları yerleştirilmiş, yarı yanmış kibrit çöpleri ortalığa saçılmıştı. Tapınağa girenler önce bu heykellerin önünde duraklayarak kutsal sözler mırıldanıyor, adaklarını bırakarak salonu çepeçevre dolaşıyorlardı. Ben de kadınların peşinden usulünce yürüdüm, tur bitince oturdum.

Belli belirsiz bir esinti mi geziniyordu içerde, ince bir sis mi vardı, kapıdaki muhafız çanağa tütsü attıkça büyüyen bulut mu giriyordu kapıdan tam anlayamadım.

Bir kibrit çıkarıp yaktım, alevi titreşerek tutuştu, harlandı, tapınağın içi güneşle aydınlandı sanki. Genç bir rahip ağır hareketlerle yerinden kalktı, yanıma geldi, yarısı yanmış kibriti alevinden tutarak aldı, hemen arkamdaki Buda heykelinin ayakları dibine bıraktı. Gündüz gibi aydınlanan tapınağın içi kararsız aydınlığına neden sonra geri döndü…

Biz de Erdene Zuu’dan ayrılıp kampa doğru yola çıktık. Orhun Anıtları’na gitmeden önce yerleşeceğimiz çadır kamp, Moğol gerlerinden oluşuyordu. Bütün gece içinde çalkalanıp durduğumuz minibüsü boşaltıp şoförün son hazırlıkları yapmasını beklerken bacaklarımız açılsın diye çayıra yayıldığımız sırada ufuktaki bulutun içinde beliren küçük siyah noktacıkların birleşip ayrışarak, kabarıp dalgalanarak bize doğru yaklaştığını fark ettik. Noktalar yaklaştıkça atları, giderek binicileri seçmeye başladık. Üstümüze geliyorlardı. Daha önce de bu sınırsız boşlukta koşturan ve inanılmaz bir hızla belirip kaybolan başıboş at sürüleri görmüştük ama çok uzağımızdan geçip gitmişlerdi, zehir zemberek fırlamış giden bir demet ok gibi.

Yeryüzünün bu parçasını bilenler bilir, Moğolistan’da durup dururken beliren ya da aniden kaybolup giden düşsel imgeler yoktur. Çünkü, bazılarına göre her şey zaten düşler aleminde olup bitmektedir… Lafı buradan alıp sündürerek ortamı mistifiye etme gayretine girmeyeceğim için bu notu yazının içine yerleştirdikten sonra, üstümüze gelen atlılara dönecek olursak size şunu söylemeliyim: “Kör talih, kademsiz felek kimsenin üstüne Moğol atlılarını yollamasın.” Orta Asya’nın ıssızlığında köpürerek çaresizliğinizi katmerleyen o atlılar düşmanınızsa eğer, canınıza kastetmişlerse, onlar size ulaşmadan kendi kendinize yatıp ölmekten başka çareniz kalmaz. Ufukta belirirler, çıtları bile duyulmaz, nedir bu demeye kalmadan derin bir uğultu yükselir yerin altından, göz açıp kapayana kadar tepenizde bitiverirler. Bücür Moğol atları akıl almaz hızları, kıvrak koşuları, çevik manevralarıyla birer şeytandır desem yalan olmaz.

Buradan da anlaşılır ki Moğol biniciler şeytanın süvarileridir. “Tabii ki bir zamanlar” diye ayrıca not düşmek lazım buraya… Cengiz Han, Moğolistan’da henüz bira markası değil de yedi düveli dize getiren, dünyanın görüp göreceği en büyük topraklara sahip imparatorluğu kuran “Cengiz Han” iken Moğol ordularının belkemiği, ok, mızrak, kalkan, kılıç kuşanmış, alemin tayfunu olmuş bu süvarilerden ibaretmiş. Bir dudağı yerde bir dudağı gökte o efsanevi Moğol İmparatorluğu biraz da bu atların marifetidir derler. Bazı aklıevveller de çıkar bu ülkedeki seyahatlerini anlattığı kitaba Atların Denizi diye ad koyar.

Aklımdan bunlar geçerken çaresizlik içinde soluğumuzu tutmuş üstümüze gelen atlıları bekliyorduk. Uğultu dindi, az ötemizde durdular. En büyüğü sekiz yaşında bir grup haylaz, ufuktaki buluttan kopup yanımıza inmiş, karşımıza geçmiş, bizi seyrediyorlardı…

Orhun Anıtları Karakurum’a üç saat mesafedir. Öğle vakti hava kapamaya başladı, yağmur bastırırsa değil Orhun Anıtları’na gitmek burnumuzu bile çıkaramayız gerden. Acele bir rehber bulup şoförü sıkıştırarak yola koyulduk. Şoför gönülsüz, yağmura yakalanmak istemiyor, çamura saplanıp kalmaktan korkuyor. O yıllarda henüz Türkiye tarafından asfalt dökülmemiş bu araya. Ancak bilmiyor ki biz gözü dönmüş yolcularız. Altı ülke yedi mevsim geçip buraya kadar kara yolundan gelmişiz, Kül Tigin’le ağabeyi Bilge Kağan’ın anıtlarına gideceğiz, çaresi yok. 6.yüzyıla tarihlenen Türkçe’nin ilk yazılı belgelerini dünya gözüyle göreceğiz…

Yağmur bastırdı. İki saat kadar iyi kötü yol aldık, Orhun Nehri’nin kollarından birini paçaları sıvayıp Kamas minibüse uygun zemin bularak geçtik. Kıraç toprak amansız yağmura doymuş, yol diye geçtiğimiz yerlerde su birikintileri oluşmaya başlamıştı. Birine saplanıp kaldık nihayet. Kan ter içinde ve yağmur altında beş saat uğraştıktan sonra pes ettik. Güneş batarken yağmur dindi ve bizim de aklımıza hava kararmadan uzakta görünen gerlere sığınmak geldi. Ekip gerlere doğru giderken biz dört kişi Karakurum’daki kampa gerisin geri, yardım getirmek üzere yürümeye başladık.

Gece yarısından sonra ulaştığımız kamptan üç cipi cankurtaran niyetine battığımız yere yolladık. Ancak operasyon tamamlanıp “kazazedeler” kampa döndüklerinde ilk ettikleri laf  “Neden bizi kurtardınız?” oldu. Meğer gerin kapısına dayanan on iki davetsiz misafiri bir güzel kurutmuş, ısıtmış, karınlarını doyurmuşlar; kımızlar içilmiş, şarkılar söylenmiş, danslar edilmiş, bizim yolladığımız cipler olay mahalline ulaştığında mis gibi serilmiş yataklarda uykuya çekilmek üzerelermiş meğerse. Hay bin Moğol atı…

Ertesi sabah hava açıktı, yoldaki birikintiler kurur gibi olunca yeniden Orhun Anıtları’na doğru yola çıktık. Birkaç saat içinde menzilimize vardık. Önce Kül Tigin’in mekanını, sonra Bilge Kağan’ı ziyaret ettik.

Uçsuz bucaksız boşluğun ortasındaki anıtların, dünya ile aralarındaki sınır, çevrelerini kuşatan paslı demirden bir  çitti. Çitin dışında, epeyce uzağa inşa edilmiş tavuk çiftliğine benzer kırmızı çatılı bir bina vardı.

27 Şubat 731’de ölen Kül prensinin cenaze töreni 1 Kasım 731’de tam burada yapılmış. Üç yıl sonra 25 Kasım 734’te ölen ve yedi ay sonra “domuz yılının beşinci ayının yirmiyedisinde” cenaze töreni yapılan Bilge Kağan ise kardeşinden bir kilometre uzakta yatıyor. Oraya iki kadın süvariyle birlikte gittik. Atlarını demir parmaklıklara bağlayıp heykel parçalarını, kırık kayalardaki yazıtları seyrederken, “Kimin bunlar?” diye sordum taşları göstererek, “Kim yatıyor burada?”  İki isim söyledi kadınlar, Ne “Kül Tigin”e benziyordu söyledikleri ne de “Bilge Kağan”a. O isimlerle birlikte hiç anlamadığım bir dilde anlattıkları hikayeleri de defterime yazdım ama hangi alfabeyi kullandıysam şimdi okuyamıyorum. Kül Tigin anıtının bir yüzünde kullanılan Çinceye de benziyor, diğer yüzündeki runik alfabeye de. Benden hayır yok. Atlı kadınların anlattığı Kül Prensi’nin hikayeleri defterde kaldı. Üstelik Orhun Anıtları’nı merak edenlerin Türkçe’de başvuracağı fazla bir kaynak da yok. Talat Tekin’in Simurg’dan çıkan “Orhun Yazıtları” kitabı ile Muharrem Ergin’in MEB Yayınları’ndan çıkan “Orhun Abideleri” kitabı dışında birkaç araştırma daha yayınlandı son yıllarda. Bana gelince, hâlâ defterimdeki yazıları çözmeye uğraşıyorum.

Özcan Yurdalan

Gazella Turizm Moğolistan Turları

Gazella Turizm Moğolistan

Close