Close
Mezopotamya’nın sonsuzluğu, şahmeran’ın bereketi: Mardin

Mezopotamya’nın sonsuzluğu, şahmeran’ın bereketi: Mardin

Uçsuz bucaksız görünen ovada neredeyse hiç direksiyon kırmadan yol alıyorduk. Mezopotamya’nın bereketli toprakları iki yanımızda uzanıyordu. Az ötemizdeki dikenli tellerin ardında güneye doğru Suriye toprakları başlıyordu. Vakit akşama yakındı, kış havalarının eli kulağındaydı, toprağın rengi soğumuştu.

Önümüzde uzun bir çizgi gibi duran asfalt yol, küçük kavisler yaparak Mardin’e kadar gidiyordu. Çok geçmeden uzakta, sisler arasından sıyrılıveren bir hayal gibi yalçın bir dağ ve doruğuna yerleşmiş kalesiyle birlikte Mardin şehri belirdi. Bu manzara her zaman içimi ürpertir. Düzlüğün ortasına birdenbire dikilmiş bu çıplak ve yalçın kayalık, tepesindeki virane kaleyle birlikte gelenleri gözlemektedir.

Uzaktan Mardin’e bakarken, bir yeri olanca ayrıntısıyla tasvir etmekle kalmayıp oranın atmosferini masalsı rayihalarla yansıtmayı beceren usta işi eski gravürlere bakar gibi olurum. Tarih boyuca buralardan gelip geçen seyyahlar kadar gravürcüler de bu şehri seyretmenin cazibesinden kurtulamamışlar. Kilometrelerce uzakta olmak sonucu değiştirmez çünkü tepedeki İç Kale, hayli bitkin hâliyle bile mağrur bakışlarını yolcuların üstünden eksik etmez. Dik yamaçların hemen altından başlayarak dağın eteklerine kadar inen şehrin dantelli mimarisi ise eskiden olduğu gibi bugün de etkileyicidir.

Bir zamanlar güneyin bereketli topraklarından ve ipek yolunun zengin duraklarından yüklediği mallarla Mardin şehrinin güvenli surlarına doğru ilerleyen kervanlar, tüccarlar için kârlı bir ticaretin de habercisiydi. Şehirdeki esnaf, kervanları indirecek, tüccarları ağırlayacak, mallarını değerlendirecek kapasiteye sahipti. Aynı biçimde gerek çeşitli zanaat ürünleriyle, bez, deri, bakır imalatıyla gerekse helva başta olmak üzere dayanıklı gıda maddeleri pazarlayarak gelen tüccarı eli boş göndermezdi. Kuyumcular ise özel alışverişlerde telkârinin en ince işlenmişini sunarlardı.

Mardin, bütün kadim şehirler gibi yüzlerce yıllık geçmişinde bazı dönemlerde zenginleşip kalkınırken, bazı dönemlerde çöküşün eşiklerinde gezinmiş. Gerçekten ihtişamlı sanat eserleriyle, konaklar, kasırlar, medreseler, kiliseler, camiler, okullar ve bedestenlerle donatılan şehir, o parlak günlerinden arta kalan anıları taş yapılarda, abaralı dar sokaklarda, hanlarda ve eski çarşıda yaşatıyor.

Mardin 16. yüzyıldan itibaren düzenli çarşılara sahip olmuş. Ancak şehrin coğrafi yapısı nedeniyle, öteki kentlerin çarşı mimarisinden oldukça farklı bir görünüm taşıyor. Buradaki bedestenler, hanlar, çarşılar, dörtgen bir alana dağılmak yerine bir kemer gibi şehrin ortasına yerleşmiş Araştırmacılar eskiden beri Mardin’de var olan çarşılardan çoğunun ismini tespit edebilmiş. Revaklı Çarşı, Aktarlar Çarşısı, Çarıkçılar Çarşısı ve Marangozlar Çarşısı şehir merkezindeki en eski alışveriş mekânları olarak gösteriliyor. Gerçi aradan geçen zaman içinde çarşıların karakterini veren yapılar oldukça değişmiş ve mimari farklılaşmış. Defalarca elden geçirilerek eklentiler ve yenilemeler yapıldığı için özelliklerini kaybetmişler ancak, sonraki yıllarda da ticari hareketlilik bu merkez çarşının etrafında gelişmiş.

19.yy sonlarında çarşıdaki belirli iş kolları için yeni düzenlemeler yapılmış, mekânlar iyileştirilmiş, bakım ve onarım devamlı kılınmış. Alışverişin canlanmasına ve büyümesine yol açan bu süreç, 20.yy başında da sürmüş. Sipahiler Çarşısı, Un Çarşısı, Ayakkabıcılar Çarşısı, Hasan Ayyar Çarşısı, Nalburlar Çarşısı, Kasaplar Çarşısı, Tellallar Çarşısı, Kapalı Çarşı, Meşkin Çarşısı, Kuyumcular Çarşısı, Bilebil Çarşısı, Gümüşçüler Çarşısı, Cumhuriyet Çarşısı, Manifaturacılar Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı ve Baharatçılar Çarşısı bu dönemdeki başlıca alışveriş mekânları olarak biliniyor Mardin’deki çarşı yapılarından bazıları, mimari açıdan ve sanat tarihi bakımından belirli özellikler ve tarihi değer taşıyor olsa bile çoğu kayda değer bulunmuyor.

Mardin’e girerken sislere dalıp burnumuzun ucunu zor görerek ilerlediğimiz için otele yerleşip dışarı çıkmamız zaman aldı. Ana cadde boyunca yürürken efsanevi Mardin Postanesi’nin ışıkları yandı. Şehidiye Camisi’nin hemen arkasındaki bu ihtişamlı bina, ovaya hâkim konumuyla ve kat kat yükselerek yamaca yaslanmış kendinden emin duruşuyla nakışlarını sergilerken göz alıyordu.

Telkâri, pekmez, kuruyemiş…

Postanenin önünden başlayarak eski yerleşimin ortasından geçen Birinci Cadde ya da öteki adıyla Cumhuriyet Caddesi, hafifçe bükülerek dağın yamacı boyunca şehri dolaşıyordu. Bu cadde, iki tarafındaki dükkânlara birlikte şehrin en gözde çarşılarından biriydi. Kuyumcular başta olmak üzere yeni zamanın tüketim malzemelerini satan dükkânlar, elektronikçiler, telefoncular buradaydı.

Akşamın ilerleyen saati olmasına rağmen kuyumcuların çoğu açıktı. Geleneksel telkâri tekniğiyle yapılmış modeller başta olmak üzere modern tasarımlarla işlenmiş altın ve gümüş takılar iyi aydınlatılmış vitrinlerde ışıldıyordu. Telkâri, incecik çekilmiş altın ya da gümüş telleri kıvırıp bükerek, kesip kaynatarak ortaya çıkan birbirinden farklı pek çok desenin -mesela- küçücük bir broş üstünde inşa edilmesi işine verilen ad. Çoğu Süryani ustalar tarafından yapılan telkâri atölyelerinin ve kuyumcuların, çarşı içindeki sayısı son yıllarda misliyle artmış. Üretim kapasiteleri ve çeşit yelpazesi hayli genişlemiş. Kısa bir süre öncesine kadar Birinci Cadde’yi boydan boya geçerken seyrek karşılaşılan kuyumcular artık neredeyse adım başı ışıklarını kaldırıma döküyor. Çarşıdaki kuyumcuların çoğu, aynı zamanda namı gittikçe yayılan ev yapımı şaraplardan edinmek isteyenler için de başvuru adreslerinden biri. Çarşıdaki kuyumculardan bazıları özenle işledikleri takılarla birlikte meraklısına has Mardin şarabı da sunuyor.

Mardin Çarşısı’nın kendine özgü yerleşimiyle diğer kentlerden ayrıldığını söylemiştim. Ana cadde boyunca uzanan çarşının alt tarafı eski Mardin Çarşısı. Eski yapılarla birlikte, el sanatlarının birkaç atölyede hâlen yaşadığı geleneksel alışveriş mekânı. Ana cadde şehri ikiye bölerken üst yamaçta sadece evleri bırakıyor. Yolun alt yamacında ise birkaç kat çarşı bulunuyor, sonra yine evler devam ediyor. Bu hâliyle çarşı, bir kemer gibi şehrin orta yerinde boylu boyunca uzanıyor. Güneydeki ya da kuzeydeki mahallelerde yaşayanlar için çarşının herhangi bir köşesine kolayca ulaşmak mümkün. Ana caddeye açılan basamaklı geçitlerden çarşının içine iniliyor. Ondan sonra hafif meyillerle boydan boya çarşıyı gezerek her türlü ihtiyacı karşılamak mümkün.

Ben de Ammar Çarşısı yazan demir tabelanın altından geçerek nispeten geniş sayılabilecek merdivenlerden indim ve çarşıya girdim. Burası şehrin sebze haliydi. Her şeyin tazesi ve ucuzu bu pazardaydı. 1981 yılına kadar Ammar Çarşısı’nda hizmet veren toptancı hali, şehrin büyümesiyle birlikte ihtiyaca yetmeyince yeni yere taşınmış, burası da manavlar hali olmuş. Ovada kurulan yeni şehirde yeni alışveriş merkezleri açılıyor, çarşı pazar, gittikçe canlanan yeni Mardin’e kayıyor.

Akşamın bu geç vaktinde eski çarşıdaki dükkânların çoğu kapanmıştı. Açık olan birkaç manav tezgâhında, Mardin bağlarında yetişmiş siyah üzüm satılıyordu ancak mevsim geçmek üzere olduğu için pek albenili görünmüyorlardı. Mardin civarında otuz çeşit üzüm yetişiyor ve Biberik, Zeriki, Ruşmani türleri özellikle kurutularak saklanıyor, ayrıca bu üzümlerden yapılan pekmez, ova köylüsü ile dağ köylüsü arasında hâlen devam eden takas ekonomisinin önemli bir aracı. Araştırmacı Sadettin Noyan’ın belirttiğine göre, üç kilo buğday karşılığı bir kilo pekmez veriliyor. Aynı biçimde bir kilo buğday ile bir buçuk kilo arpa karşılığı bir kilo kuru üzüm alınıyor. Mardin üzümü, sadece şehirde tüketilmiyor. Mardin yöresi bölgede önemli bir rekolteye sahip olduğu için kayda değer bir ekonomik girdi sağlıyor.

Mevsim, tazesinin değil has üzüm şırasıyla yapılmış cevizli sucukların mevsimiydi. Mardin, işlentili taş evleriyle herkesin dikkatini çekiyor, ayrıca farklı dinsel gruplara mensup ve farklı anadillere sahip insanların bir arada yaşadığı şehir olarak da namı yürüyor. Ancak kuruyemiş üretiminin şehir ekonomisinde önemli bir yer tuttuğu ve üreticilerin bilhassa leblebi konusunda iddialı olduğu pek az biliniyor.

Yıllar önce şehrin üst yamaçlarındaki dar sokaklarda dolaşırken, yüksek duvarlı evlerin alt katlarından gelen kavrulmuş leblebi kokularıyla mest olmuştum. Sonuçta dayanamayıp kokunun geldiği evlerden birinin zilini çalmıştım. Açılan küçük demir kapıdan girdiğim yer bir atölyeydi. Eğik duran büyük bir bakır kazanda kocaman küreklerle leblebi kavuruyorlardı. Elekler sallanıyor, ortalığa tozlar saçılırken taneler ayıklanıyor, kıvamını bulanlar soğutmaya alınıyordu. Evin bodrum katındaki kemerli taş yapıda leblebi kavuranları seyrederken mesleğin incelikleri hakkında neredeyse akademik bir sunum dinlemiştim. Atölye derin bir dehliz hâlinde toprağın derinliklerine doğru uzanıyordu ve burada mevsimine göre başta leblebi olmak üzere leblebi şekeri, kavrulmuş badem ve asıl çok aranan badem şekeri üretiliyordu.

“Mardin leblebisi tuzlu, tuzsuz, acılı ve şekerli yapılır. Hepsi tam kıvamında ve çeşnisi yerindedir. Leblebi türlerinden “çifte kavrulmuş”, “dağlı”, “yarma” gibi çeşitler bilhassa tercih edilir. Ayrıca Mardin bademi işlenerek en iyisinden badem şekeri yapılır. Burada önemli olan badem ile şekerin kıvamını doğru ayarlamaktır. Bir kilo badem için en fazla bir kilo şeker kullanmak gerekir. Ayrıca badem, en fazla bir kez şekere batırılmalıdır…”

Üretilen kuruyemişler çarşı içinde ve bölgenin diğer büyük yerleşimlerinde pazarlanıyordu. Başta Diyarbakır olmak üzere Güneydoğu’nun önemli tüketim kalemlerinden biri olan kuruyemiş piyasasında Mardin’in önemli bir yeri vardı. Ancak şehrin eskiden de bugün de bir kuruyemiş çarşısı hiç olmamış. Bırakın çarşıyı kayda değer büyüklükte kuruyemiş mağazaları da yok.

Mardin her karış araziyi en verimli biçimde değerlendiren bir şehir dokusuna sahip. Aynı zamanda çarşı-han-hamam üçgeni burada da gözetilmiş. Eski kentlerin kamusal alan düzenlemesinde özellikle birbirine bağlantılı olarak organize edilen bu üç hizmet alanı, yani şehre gelen tüccarın, temizlik ve bakımını yapabileceği hamam, rahatça barınabileceği, mallarını güven içinde depolayabileceği han ve aynı iş kollarında çalışan esnaf ile zanaatkârı kolayca bularak bol çeşit görebileceği çarşılar ticaretin eksenini oluşturuyor.

Bu üçlü yerleşim sadece toptan alışveriş yapılmak üzere planlanmış, tüccara yönelik bir yapılanma değil. Aynı zamanda üreticinin köyden geldiği zaman mahsulünü tüccara aynı güven ve konfor içinde ulaştırabilmesi için de gerekli bir yapılanma. Şehre gelen biri ister tüccar olsun ister üretici, hamamda yıkanıp paklanır, şehirde olmanın adabı gereğince üstüne başına çeki düzen verir. Her biri belirli bir mahsulün borsası olarak hizmet veren hanlarda ya da bedestenlerde ticaretin nabzını tutar.

Ancak Mardin’de ticaretin oldukça yüksek kapasitede seyrettiği dönemlerde bile çok sayıda han olmaması dikkat çekici. Şehrin başlıca hanları 14-16.yy. da yapılmış Kayseriye ya da Bedesten Hanı, 16-17.yy. da yapılmış Sürur Hanı, yapım tarihi bilinmeyen Çeçço Hanı ve Cumhuriyet Çarşısı Hanı olarak sıralanıyor.

Şehrin kültürünü ve tarihini araştıran, geçmişini bilen, ticaret dinamikleriyle birlikte sosyal dokusunu inceleyenler ile yaşadığı şehrin farkında olan deneyimli kişilerden bu konuda aldığım yorumların hepsi aynı noktada birleşiyordu. Mardin evleri, yamaca yerleştiği için kısıtlı bir alana kurulmuş görünse bile, aslında topografyayı son derece verimli kullanan mimariye sahipti. Kimi zaman yamacı oyarak kazanılan alanlar, kâh atölye kâh depo olarak kullanılıyordu. Varlıklı bir tüccarın evindeki depo, kimi zaman orta hâlli bir hanın depoları kadar geniş hacme sahipti. Şehirde gezinirken görülen büyük kapılar genellikle evinin alt katını depo olarak kullanan tüccarlara ve çarşı esnafına aitti. Gerçekten de Mardin evlerini bilenler, bugün çoğu otel olarak düzenlenmiş yapıları gözleyerek bile bu tespite hak verirler. Mardin’de çok sayıda hana belki tarihin hiçbir döneminde gerek olmadı çünkü her tüccarın kendi depoları vardı.

Çarşıya ağır teneke kepenklerle gözlerini kapatmak üzere olduğu saatlerde girdiğim için ortalıkta uçuşan naylon torbalarla birlikte oradan oraya sürükleniyordum. Belirli bir maksatla değil de şehrin istirahata çekildiği saatlerde hareketli bir iş gününden geriye kalan izleri görmek için gezinirken ayaklarımın beni götürdüğü yerlere girip çıkıyordum. Yüksek direkli sokak lambaları taş zemini aydınlatıyor, az önce açılan sisten arta kalan ıslaklık ise döşemede tuhaf yansımalar yaratıyordu. Yamaca paralel yürüyordum, arada bir dik sokaklara dalarak alt çarşıya geçip sonra tekrar yukarıya dönüyordum. Bu haliyle Mardin çarşısında yürümek oldukça zahmetsizdi. Günün bu saatinde çarşının fazla bir cazibesi bulunmasa da, renkli dükkânlar ve heyecanlı alışveriş sahneleriyle karşılaşıp hararetli pazarlıklara kulak misafiri olma şansı olmasa da tenha çarşının kendine özgü bir çekiciliği vardı. Taş zeminde çınlamalar yaratan uzak ayak sesleri kendimi koyuversem korkulu bir atmosferin kapısını aralayacaktı, ölgün bir ampul, sokağın öte ucunda sallanarak çarşıyı iyice derinleştiriyordu.

Saraçlar Çarşısına girdim. Mardin’de ticaret kadar kültürün de bir parçası olan saraçlar, bir vakitler her türlü binek hayvanına ama asıl soylu atlara layık zarif işlentilerle bezenmiş koşumlar üretmek için çalışırmış. O atlar çekileli çok olmuş. Artık sadece yük taşımaya yarayan beygirler kalmış. Onlar için de en zorunlu koşumlar dışında pek bir takım kullanılmıyor. Saraçlar Çarşısı, eski neşesini yitirmiş. Geriye kalan birkaç usta, küçük atölyelerinde avcılar için avadanlık üretiyor, deri yerine genellikle branda bezi kullanıyor. Zaten çarşıda ham deriyi işleyecek debbağlar kalmadığı gibi, onların çalıştığı medbeğe denilen atölyeler de harabe hâline gelmiş.

Saraçlar Çarşısı’ndan çıkarken önünden geçtiğim küçük dükkânda yığılı kumaş parçaları arasında çalışan iki terzi gördüm. Ütü basanıyla göz göze geldik. Akşamın bu saatinde pek de olağan bir müşteri olmadığımı düşünerek sorar gibi bakmıştı. Selam verip girdim. Sohbet için oldukça hazır görünüyorlardı. İkisi de çocuk çağlarında terzi yanına çırak girmiş, hayatları boyunca bu işi yapmışlardı. Kuşkusuz bu ülkede kısmetini arayan ve kısıtlı olanaklara sahip ama umut dolu herkes gibi onlar da bir dönem şanslarını İstanbul’da denemişlerdi. Yıllarca konfeksiyon işinde çalıştıktan sonra memlekete dönmüş ve çarşıda ortak dükkân açmışlardı. İşler kendilerine yetecek kadardı. Boşta kalıp aylak olmaktansa bir işin ucundan tutmak, ikisine de iyi geliyordu. Ufak tefek tamiratla yetinmemiş, bu saate kadar çalıştıklarına göre yüklüce bir sipariş almışlardı. Ancak terzihanenin görünümüne bakılırsa, dükkânın yarısına kadar uzanan asma kat da dâhil olmak üzere zemin, tezgâhların üstü ve makinelerin ayaklarına kadar her yer kumaş kırpıntılarıyla doluydu. Sanki dükkânı açtıklarından beri kesip biçtikleri kumaşlardan arta kalan hiçbir parçayı toplayıp atmamış, hepsini içerde bırakmışlardı. Böyle giderse çok geçmeden kumaşlar arasına gömülüp kalacaklardı, beklemeden çıktım.

Eski Mardin’in çarşısı

Şaşırtıcı biçimde eski Mardin Çarşısı’ndaki terzilerin hemen tümü akşamın bu saatinde açıktı ve yoğun bir faaliyet içinde görünüyorlardı.

Ertesi gün görüştüğüm şehrin eskilerinden Selahattin Bilirler, günlük hayata dair yorumlarını paylaşırken terziler ve berberler konusunda Mardinlilerin hassasiyetini dile getirerek, kentli erkeklerin giyim kuşamına düşkün olduğunu ve bakımlı gezmeyi sevdiğini söyledikten sonra bir başka özelliğin altını çizdi. Mardin’in sahip olduğu kültürel, dinsel ve etnik özelliklerin tamamı çarşıda mevcuttu. Her etnik köken içinde her dinden insan bulunduğu gibi, her inanç grubu da farklı etnik grupları barındırıyordu. Şehrin en önemli özelliği aslında bu yanıydı. Çarşıda dolaşırken kültürel zenginliğin izleri kolayca görülebilirdi. Bunları Kuyumcular Derneği’nin lokalinde gecenin geç saatlerinde konuşuyorduk. Lokal, tipik Mardin yapılarından biriydi. Küçük bir teras gibi şehre açılan balkonu özellikle yaz aylarında müdavimlerden rağbet görüyordu. İçerde çay içerek tavla oynayanlar da vardı, mükellef sofra kurmuş demlenenler de. Lokalin içinde derinden derine Mardin müziğinin seçkin örneklerinden Rıhani dolaşıyordu.

Komşu ülkelerle küçük çaplı ticaret yapan Selahattin Bilirler, Şehrin çok göç aldığını, köklü ailelerin ovada kurulan yeni kente taşındığını. Bu nedenle eski kentin hızlı bir sosyal ve kültürel değişim yaşamakta olduğunu söyleyerek para akışının eski kentten çekildiğini ve yeni kentte odaklandığını anlattı. Değişen çarşı alışkanlıklarından söz etti ve aşağı şehirde kurulan yeni alışveriş merkezlerinin geleneksel çarşıları olumsuz etkilediğini anlattı.

Mardin bir vakitler dokumacılıkta oldukça ileriymiş. Tıpkı leblebi atölyeleri gibi evlerin altına yerleşmiş çok sayıda dokuma işliği bulunurmuş. Basmacılığın yanı sıra “Vale” denilen ince ipek tül dokumalar, “sof” diye bilinen ince yün dokumalar, “meyzel” adı verilen başörtülük kumaşlar, Mardin tezgâhlarında dokunurmuş. Diyarbakır ve Gaziantep ile birlikte Mardin de bölgenin bez ihtiyacını önemli oranda karşılarmış. Ancak çoğu el işi tezgâhlarında üretilen bezler, makineleşmeyle rekabet edemeyince dokuma tezgâhları kapanmış, şehrin önemli bir ekonomik girdisi de ortadan kalkmış. Bu üç dokumacı kenti arasında makine üretimine kolayca adapte olan Antep, üretimi geliştirmiş Diyarbakır ve Mardin’de ise dokumacılık unutulmuş.

Dokumacılık gibi yemenicilik ve kunduracılığın da benzer bir süreçten sonra ortadan kalktığını anlatan araştırmacı Sadettin Noyan, bu durumun başlıca sebepleri arasında Mardin’de o dönemlerde esnaf ve zanaatkârın kredi alabileceği hiçbir kuruluşun bulunmamasını ve kaçakçılığı gösteriyor. 1950’li yıllarda yaşanan krizle birlikte ekonomik güçlük içinde kalan esnaf, büyük şehirlere göçerek mesleğini sürdürmeye çalışmış.

Yakın zaman öncesine kadar altın işleyen usta ile bakır işleyen ustanın toplumun gözünde aynı değere, benzer bir zenginlik ve nama sahip olduğunu belirten Noyan, çarşı içinde yakın zaman öncesine kadar çok sayıda bakırcının çalıştığını söylüyor. “Kaleye çıktığımız zaman şehrin sesini, yağmuru dinler gibi dinlerdik. Alt çarşıda çalışan bakırcı ustaların çekiç sesleri bütün şehri sarardı.” diyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine kadar Mardin Çarşısı’nın asıl ticareti Musul ve Halep ile yaptığını anlatan Sadettin Noyan, Kerkük ile de ortak bir kültür ve ticaret bağı olduğunu hatta akrabalık ilişkilerinin bulunduğunu belirtiyor. Şimdiki Kasaplar Çarşısı’nın adı Musul Çarşısı’ymış. Mezopotamya’dan gelen kervanlar, mallarını burada indirirmiş. Sınırlar çizildikten sonra ticaret kalemleri gibi alışveriş merkezleri de değişmiş. Eskiden var olan dört beş han da zaman içinde yıkılmış.

Sadettin Noyan ile Mardin Müzesi’nin altındaki ana caddede yeğenlerinin işlettiği hazır giyim mağazasında konuşuyoruz. İstanbul’daki benzerlerini aratmayan ve aynı modellerin sergilendiği büyük vitrinli dükkâna giren çıkan genç Mardinli erkekler mevsime uygun pardösü seçiyorlar. Bu arada yeni gelen takım elbise modellerini inceliyorlar. Mardin’in uzak geçmişiyle birlikte yakın tarihiyle de ilgilenen araştırmacı ve yazar Sadettin Noyan ile bugüne kadar yayınladığı dört Mardin kitabını konuşurken şehrin karakteristiği olan kültürler arası ilişkilerin bugünkü durumundan da söz ediyoruz. Her zaman ve her konuda olduğu gibi özellikle bu türden hassas mevzularda da iyimserliği korumakla birlikte, daima bir ihtiyat payı bırakmak gerektiğini hesaba katarak sözlerimizi şehrin daha güzel günleri için sürdürüyoruz. Ardı arkası kesilmeyecekmiş gibi devam eden sohbetin bir yerinde izin isteyip Cumhuriyet Meydanı tarafındaki girişinden çarşıya daldım.

Buradan itibaren sebzeciler başlar. Yani Mardin Çarşısı’nın neredeyse iki başını manavlar tutmuş diyebiliriz. Girişte küçük bir alan vardır ve en çok katırlı hamal da burada bulunur. Günün tenha saatlerinde hayvanları yan yana dizip beklerler. Ben ilk gelişimde bu katırlı, eşekli birlikleri köyden alışveriş için gelmiş vatandaşlar sanmıştım. Oysa çok geçmeden anladığım gibi, semer vurulmuş, üstüne iki taraflı büyük ve boş heybeler atılmış katırlarla şehir içinde taşımacılık yapılıyordu. Mardin’in nasıl sarp bir şehir olduğunu bilmeyen yok. Bu şehirde, pazardan alınan haftalık, hatta günlük nevalenin eve kadar taşınması çok zor, hatta imkânsız. O nedenle çarşının içinde ağır aksak dolaşan, olmazsa sebzeciler başında müşteri bekleyen katırlı hamallar imdada yetişiyor. Niyazi Uğurlu da onlardan biri. 1938 doğumlu, askerliğini Giresun’da yapmış. Sohbet sırasında askerlik anılarına sıra gelmedi ama bunu söylemeden de geçmedi; “Askerliğimi Giresun’da yaptım.” Niyazi Uğurlu, gençliğinden beri atıyla hamallık yapıyordu. Son zamanlarda günde ancak beş, on lira kazanabiliyordu. Eskiden çarşı içinde kırk, elli katırlı hamal varken geriye üç, beş kişi kalmışlardı. Diğerleri gençti, o hayli yaşlanmıştı. Atı da öyle… Ufak tefek, boz renkli, yorgun görünüşlü, olağandan büyük gözlüydü. Ağzına bir file takmışlardı. Hayvanın ağzını neden bağladığını sorunca Niyazi az önce alışveriş yapmış karı kocanın emanet ettiği sebzeleri, bir büyük çuval makarnayı, sade yağ tenekesini ve makine dokuması halıyı hayvanın sırtına sararken “İnsanlara zarar vermez, garezi hayvanlaradır.” dedi. Sonra yola koyuldu. Demek at asabiydi. Bu çarşıda esnaf, müşteri ve katırlı hamallar az çok birbirini tanıyor, evini, adresini, en azından mevkisini biliyor. Niyazi Uğurlu, Kayseriye Çarşısı’nı geçince önce kendisi, sonra atı gözden kayboldu.

Kayseriye Çarşısı, Mardin’in ilginç yapılarından biri. “Bedesten” ya da “Bezestan” da deniyor. Her ne kadar kurulduğu yer, gösterişi ve albenisi Mardin evleri kadar çarpıcı değilse bile yine de şehir tarihinde önemli bir yer tutuyor. Kayseriye, şehrin gözbebeği Ulu Cami’nin hemen kuzey yakasında. 1487-1502 yıllarına Akkoyunlu sultanlarından Kasım zamanına yapıldığı sanılıyor. Ancak bu tespit büyük oranda karineyle yapılmış. Çünkü yapının zaman içinde hemen tamamı yıkılmış, günümüze kitabesi ulaşamadığı için kesin bir yapım tarihi bilmek zor. Ancak şehirde ciddi araştırmalar yapan A. Gabriel, yapının Ulu Cami Vakfiyesi olarak inşa edildiğini söyleyerek 16.yy. a tarihlendirmiş. Çarşı, Sultan Kasım Vakfiyesi kayıtlarında Kayseriye diye geçtiği için bu adla anılıyor. Dörtgen yapının orta kısmı boş ve geniş bir örtülü avlu şeklinde. Dört kapısı çarşının dört tarafına açılıyor. Yapının tamamı kesme taştan inşa edilmiş. İçerdeki esnaf, daha çok ev dekorasyon malzemeleri olmak üzere her türden mutfak ve ihtiyaç malzemesi satıyor. Çin işi hediyelik eşyalar ile küçük el aletleri her yerde olduğu gibi burada da göze çarpıyor. Kapıdan girince sanki tek bir büyük mağazaya gelmiş hissi veren çarşıda, aslında çok sayıda esnaf mallarını neredeyse iç içe sergileyerek pazarlıyor. Dükkânlar arasındaki ayrım da o kadar belirgin değil doğrusu.

Bakırcılar Çarşısı’na doğru giderken harlı ocakların başında çalışan demir atölyelerinin önünden geçtim. Burası bir zamanların Demirciler Çarşısı’ydı. Günün erken saatleri olduğu için mi bilmiyorum ama hepsi katran kızdırıp yakı açıyorlardı. Hani soğuk algınlığı, bel tutulması gibi rahatsızlıklara deva olduğu gibi türlü eklem ve kas ağrılarına da iyi gelen katran yakısı, bu çarşı içindeki demircilerin üretim kalemleri arasında bulunuyor. Ocakta ısıtılarak yumuşak hâle getirilen katran topaklarını, içine gerekli katkı maddelerini ekledikten sonra örsün üstünde çekiçleyerek yassı hâle getiriyorlar. Birer karış büyüklüğünde kareler hâlinde kesilmiş kaput bezlerinin üstüne koydukları katranı, oklavayla açarak yayan demirciler, kan ter içinde çalışıyor. Sipariş sahibi birkaç kişi dikkatle hazırlık sürecini izlerken belli ki acılarının biran önce dinmesi için demircinin işini bitirmesini bekliyorlar. Bir vakitler “Haddatlar Çarşısı” diye bilinen ve çok sayıda sıcak demircinin çalıştığı bu çarşıda birkaç demirci kalmış, gidenlerin yerine giysi ve ev eşyası satan dükkânlar açılmış.

Mardin’in ünlü Bakırcılar Çarşısı, Kazancılar Çarşısı diye de anılıyor. Şehirde ve köylerde bütün mutfaklarda kullanılan kap kacağın hepsi yakın zaman öncesine kadar bu çarşıdan çıkarmış. Günümüzde etnografik koleksiyonların seçkin parçaları arasında olan Mardin işi güğüm, ibrik, sahan ve kaplar kendine özgü form ve nakışlarıyla ustaların marifetlerini yansıtan birer sanat eseri. Hâlâ bu zanaatı devam ettiren birkaç usta daha çok tamir yapıyor ama asıl olarak turistik nesneler ürüterek mesleği sürdürmeye çalışıyorlar.

Öte yandan artık bir daha açılmamak üzere kapanmış atölyelerin kepenkleri iyice kararmış, önlerindeki taş döşemeler matlaşmış. Bu çarşının on-onbeş yıl önceki canlı hâlini ben de hatırlıyorum. Bakır yüklü katırların arasından geçerken, ustaların yapıp dükkân önüne dizdikleri kalaylı maşrapaların ışıltısı göz alırdı. Ortalıkta keskin bir nişadır kokusu olur, balyoz sesleri ile körüklerin nefesi birbirine karışırdı. Mutfaklardan bakır çekildiğinden beri geriye birkaç kalaycı usta kalmış.

Mardin Çarşısı’nda esnaf hâlâ namaza, bankaya ya da yemeğe giderken dükkânın girişine bir tahta çubuk yatırıyor ve her şeyi olduğu gibi açıkta bırakarak gidiyor. Bu küçük gözlem, aslında çarşıdaki hayatın nasıl aktığına dair önemli bir işaret.

Çulcular ÇarşısıMardin’de geleneksel sanatların ender devam eden örneklerinden birini yaşatması açısından önemli. Ancak eskisi gibi yan yana dizilmiş dükkânlarda harıl harıl çalışan ustalar yok. Geriye kalan birkaç atölyede semer, heybe, çul, koşum yapılıyor.

Çarşının bir başından öteki ucuna yürürken sıkça duraklamak hatta Ulu Cami dolaylarında küçük bir çay molası vermek iyi gelir. Yakındaki çayhanelerden birinin terasına çıkıp ovayı seyrederek çay karıştırmak ya da mırra fincanını çalkalayarak kokusunu içine çekmek insanı dinlendirir. Mardin Çarşısı, ne kadar dar hatta yer yer kasvetli gelse bile iki kat merdiven çıkarak ulaşılacak herhangi bir teras ya da sundurma iç ferahlatır.

Şahmeran

Mardin’de çarşının en göz okşayıcı köşesi, Revaklı Çarşı ya da diğer adıyla Tellallar Çarşısıdır. İki tarafı sütunlar üstünde yükselen kemerli revakla örtülü uzun bir koridor şeklinde uzayan çarşının orta bölümü açıktır. Revakların arkasında derin dükkânlar vardır ve içerde şahmeran boyayan, bakır nakışlayan ustalar çalışır. 17.yy. da inşa edildiği düşünülen yapının orijinal kitabesi günümüze ulaşmadığı için ne zaman yapıldığı hakkında kesin bir veri bulunmuyor. Çeşitli zamanlarda yapılan restorasyonlar ve eklemelerle birlikte çarşının ilk hâline dair hemen hiç ipucu kalmamış.

Bu çarşıya girenleri karşılayan şahmeran figürleri aslında Mardin’in kültürel derinliklerinde yer alan önemli bir sembol. Sadece Anadolu coğrafyasında değil, Mezopotamya’nın tamamında, hatta diğer Arap coğrafyalarında ve Acem diyarında da biliniyor. Kadın başlı, yılan gövdeli, kederli bakışlı şahmeran, çok eski bir hikâyenin kahramanıdır. Rivayet muhtelif ancak genellikle camaltı denilen geleneksel boyama sanatıyla yapılan şahmeran tabloları evlere bolluk bereket ve şans getiriyor. Ayrıca bilgelik timsali olan şahmeran’ın nazardan koruduğuna da inanılıyor. Son yıllarda yeniden gözde olan camaltı şahmeran levhalar, Tellallar Çarşısı’ndaki ustalar tarafından boyanıyor.

Bir ucundan girdiğim Mardin Çarşısı’nın öteki ucundaki Tellallar Çarşısı’na o gün akşama kadar ancak varabildiğim için ustalar toparlanmak üzereydi. Dükkânı kapatmalarını bekledim, mostralar indirilip cam levhalar özenle içeri yerleştirildikten sonra çarşıya karanlık inerken birlikte yürümeye başladık. Mezopotamya’nın, sonsuzluk alemine açılan bir deniz gibi karanlığa bürünmesine az kalmıştı. Issızlaşan çarşının taş döşemesinde ayak seslerimiz yükselirken şehrin yamaçlarında yankılanan bir masal dinlemeye başladım:

Yoksul bir ailenin oğlu olan Camsab, bir gün ormanda arkadaşlarıyla dolaşırken bir kuyu görmüş. Meraka kapılıp beline bağladığı bir iple içine girdiği kuyuda dünyanın en lezzetli balı varmış. Camsab hemen davranıp belindeki iple birlikte büyük bal peteğini yukarı yollamış ama gel gör ki nankör arkadaşları bu lezzeti sadece kendilerine saklamaya karar vererek delikanlıyı kuyunun dibinde bırakıp çekip gitmişler. Çaresizlik içinde kalan Camsab, kuyu duvarında gördüğü küçük bir deliği bıçağıyla genişletince işte olanlar o zaman olmuş, bir cennete düşüvermiş. Gördüğü cennet bahçesinin orta yerinde, mücevherlerle bezeli bir tahtın üstünde insan başlı yılan gövdeli şahmeran oturmaktaymış. “Gel” demiş şahmeran, delikanlıyı yanına çağırmış ve…

 

MARDİN NOTLARI

 

MARDİN TARİHÇE

Yukarı Mezopotamya’nın en eski şehirlerinden biri olan Mardin, Fırat ve Dicle nehirleri arasındaki konumuyla tarım, ticaret ve zanaatlarda önemli bir merkez olmuştur. Kamusal alanlarda hâlâ kullanılan bu eserler, Mardin’e yaşayan müze görünümü verir.

Şehrin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu tam olarak bilinmez ancak Alman Arkeolog Oppenheim’in 1911-1929 yılları arasında yaptığı kazılarda Subarilerin Mezopotamya’da MÖ.4500- 3500 yılları arasında yaşadığını ve şehri onların kurduğunu gösterir. Şehir, binlerce yıllık tarihinde çeşitli uygarlıklara, inançlara ve kültürlere ev sahipliği yapar. Sümer, Akad, Babil, Mitanni, Asur, Pers, Bizans, Arap, Selçuklu, Artuklu ve Osmanlı medeniyetlerinin izlerini bugün de taşımaktadır.

Mardin’de çarşıların canlanması ve bölgede hareketlenen ticaretin merkezi hâline gelmesi 900 ‘ü yılların sonunda olur. O dönemde bölgeye egemen olan Hamdanilerin topraklarını ele geçiren Mervaniler, Mardin ve çevresine çarşılar, hanlar, kervansaraylar yaparak güneyden gelen ticaret yolunun hem güvenliğini hem konforunu sağlarlar. Ticaretin canlandığı bu dönemin ardından 1089 yılından itibaren bölgede Selçukluların etkisi artar. 1105 yılında Artuklular, Mardin’i devletlerinin başkenti yapar. Bu dönemde şehir imar edilir, yeni kamu binaları, hanlar, hamamlar ve camilerle bugüne kadar gelen, son derece konforlu ve estetik yapısıyla hâlâ otel olarak kullanılan kervansaray yaptırılır. 12 ve 13.yy, Mardin tarihinde ticaretin en canlı olduğu dönemdir. Suyollarıyla ve kervanlarla yapılan ticareti canlandıran Selçuklu devlet politikaları sayesinde şehir zenginleşir.

Şehir 1517’de, Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı topraklarına katılır. Uzun süre Diyarbakır-Bağdat ve Musul’un sancağı durumunda kalmıştır.

Ova içinde birden bire yükselen bir dağın yamacına kurulmuş şehir, kent dokusunu tümüyle dışa vurduğu için etkileyici bir görünüme sahiptir. Birbirini engellemeyen, komşu hakkını gözeten, güneşten ve manzaradan azami istifade etmeyi amaçlayan yapılar, bal rengi taşlarla inşa edildiği için göze güzel gelir. Oldukça hoyrat davranılan ve yeni beton yapılarla tahrip edilen kent dokusuna, son dönemde artan çevre koruma politikalarıyla daha özenli davranılıyor.

Mardin mimari, etnografik, arkeolojik ve tarihi değerleriyle Anadolu’nun özgün kentlerinden biridir. Farklı kültürlere, dinsel inançlara ve etnik kökene sahip Mardinliler bir arada yaşarken şehrin özgün kültürü de giderek değer kazanıyor.

Mardin, hem İpek Yolu güzergâhında hem de güvenli bir kaleye sahip olduğu için her dönem ticaretin gözdesi olmuş. Yamaca kurulmuş şehirde yerleşim alanları oldukça dar olmasına rağmen beş han ve bir kervansaray bulunur.

SEYYAHLARDAN

1640-1650’de Evliya Çelebi:

“Mardin Kalesi, Dicle ceziresi içinde, Şatt Nehri’ne iki menzil yakınlıkta bir çöl içinde göğe yükselmiş bulut renginde, yüksek bir kaya üzerinde yapılmıştır…

Tepelerinin yalçın kayaları üzerine yağmur yağınca, bir damlası dahi boşa gitmeyip kaya yolları ile su sarnıçlarına gider. Yüzlerce mağarasında yeddi sekiz yüzyıldan beri ambar edilmiş kızıl darı, karasuret darısı ve çeltikli pirinç, ağızlarına kadar doludur ki gören harmandan yeni kaldırılmış zanneder. Diğer çeşitli mağara, mahzen ve hasırlanda taneli buğday, arpa ve diğer hububat dolu olup hazır durur. Her sene bu buğdaylar halka dağıtılarak yerine yenileri konur.”

1260-1270’de Marko Polo:

Müslüman ve Hristiyan ahalinin iç içe barış içinde yaşadıklarını belirterek “Ben insanları uygar olan iki şehir gördüm; birincisi Venedik, ikincisi ise Mardin’dir.”

1329’da İbn-i Batuta:

“Sonra Mardin’e ulaştık. Dağın eteğine kurulmuş büyük bir şehir burası. İslam şehirlerinin en güzellerinden. Çarşıları cıvıl cıvıl. Mer’ız diye bilinen yünden yapılmış giysiler burada üretiliyor. Bu giysilere Mardini de denilir. Tepenin tam doruğunda sarp bir kale var, pek ünlüymüş.”

ÇARŞIDAN BİR MESLEK:

Semercilik

Mardin’de çok sayıda el sanatı, uzun süre varlığını sürdürür. Ancak günümüze kadar gelebilen ender sanatlardan biri semerciliktir. Şehrin engebeli yapısı, dar sokakları ve dik merdivenleri nedeniyle irili ufaklı her türden taşımacılıkta at, katır ve eşek kullanılır. Şehrin coğrafyasına uygun bu taşımacılık işinde kullanılan hayvanların koşumları, yakın zaman öncesine kadar çok sayıda usta tarafından yapılırdı. Mardin semerleri, Gaziantep ve Kahramanmaraş’ta üretilenlerden farklıdır. Semerin üzerinde “sahtiyan” denilen bir tür ham deri konulmadığı gibi, ahşap iskeleti teşkil eden “kaş” da kullanılmaz.

Semer ustaları, imalat sırasında “ımsel” denilen iri çuvaldızlar, makas, bıçak, tokmak, “mıkashas”, ucu çengelli bir tür “biz” gibi el aletleri kullanırlar. Kaba dokuma çuldan yastık şeklinde dikilen semerin bir köşesi el girecek kadar açık bırakılır ve buradan çengelli biz vasıtasıyla nemli saman veya “birdi” denilen elyaflı bitki sapları ile doldurulur.

Semerlerin başlıca özelliklerinden biri, hayvanın yükü dengeli taşıyabilmesi için iki tarafının neredeyse gramına kadar eşit ağırlıkta olmasıdır. Diğer özelliği ise hayvanın bedenini zedelememesi için ölçüleri alınarak hazırlanmasıdır. Eşek veya katırın kuyruğunun üst kemiğinden boyna kadar olan kısmı ölçülerek yapılır

KAYNAKÇA

  • Gabriyel Akyüz, Deyrulzafaran Manastırı’nın tarihi, Mardin Kırklar Kilisesi Yayını 1998
  • Ara Altun, Mardin’de Türk Devri Mimarisi, 1971
  • Sadettin Noyan – Muzaffer Atik, 1950 Mardin İlinin Monografisi,
  • Sadettin Noyan, Yıldızlara Yakın Şehir Mardin, 2005
  • Sadettin Noyan, Bilinmeyen Mardin
  • Sadettin Noyan, Mardin Bir Şehir Bir Malikane Sıradışı Evler,2008
  • Murathan Mungan, Paranın Cinleri

*Kıvılcım Ajans Tarafından Hazırlanan Halk Bankası Yayınları arasında 2011 yılında yayınlanan “ÇARŞILARLA ANADOLU Hanlar-Bedestenler Kapalıçarşılar” kitabından.

 

Özcan Yurdalan

Fotoğraflar: Tolga Sezgin

Gazella Turizm

Gazella Truzim Fotoğraf Turları

Close