Close
Kütahya

Kütahya

Bir zamanlar buralarda bir kadın yaşarmış. Kadının en büyük marifeti çok güzel çini taslar, tabaklar, çanaklar yapmakmış.

Çömlekçi kadının namı gitgide yayılarak bütün diyarı sarmış. Yaptığı çinileri pazara çıkarınca elindeki son parçayı satana kadar müşterilerden başını alamıyor, hepsini bitirdikten sonra çarkının başına dönüp yeni saksılar, çanaklar, küpler, vazolar yapmaya başlıyormuş.

Yıllar birbiri ardına takılmış geçip giderken memleketin diğer çömlekçileri dert sahibi olmuşlar. Kendi yaptıkları mallar ellerinde kalıyor fakat çömlekçi kadın ne yapsa satılıyormuş.

Kadının çömleklerinin rağbet görmesindeki en büyük etken, güzel nakışları ve göz alıcı renkleriymiş ama daha önemlisi diğerlerinin yaptığından çok daha sağlam ve uzun ömürlü olmalarıymış. İşte bu sırrın peşine düşen çömlekçiler boyasını, desenini, nakışını bildikleri halde, sırlama tekniklerini sular seller gibi ezberledikleri halde, kadının çömlek toprağını nereden aldığını bir türlü öğrenememişler.

Nihayet günlerden bir gün kadının peşine düşerek toprağı çıkardığı yere kadar takip etmeye ve böylece sırrını çözmeye karar vermişler.

Takip başlamış. Gide gide geldikleri yer, ne tam bir yaylaya ne ovaya benzeyen, iklimi ılıman, insanı mahir bir yermiş. Kadın buradaki bir küçük tepenin yamacından alıyormuş toprağı.

İşte o andan itibaren, sırlama tekniğini değil ama çömlek toprağının yerini bir sır gibi saklayan kadının artık saklayacak bir şeyi kalmamış.

Çömlekçilerin hepsi gelip buradan malzeme çıkarmaya başlamışlar.

Çok geçmeden toprağı aldıkları yere bir şehir kurulmuş. Şehrin adına Seremorum demişler, Seramik şehri anlamına. Daha sonra Kotium diye anılmaya başlamış. Zamanla bu söyleyiş değişmiş, Kütahya olmuş.

Ancak değişmeyen bir şey kalmış ki o da bu şehir insanlarının hünerbazlığıymış; her biri mahir, ince işlere yatkın, sanatkâr kişilermiş.

Öyle böyle değil, başka kaç Anadolu şehrinde değerini dünyanın bildiği bu kadar çok sanatkâr ve zanaatkâr var ki Kütahya’nın yanı sıra…

KÜTÜPHANELER

Kitapların arasında oturuyoruz. Ali Günhan ile birlikte Mustafa Yeşil kütüphanesindeyiz. Kütahya’nın kuruluş efsanesini ondan dinliyorum.

Kütüphane’nin yöneticisi Ali Günhan, bir kent araştırmacısı; sözlü tarih çalışmaları yapıyor; Kütahya hakkında çok sayıda kitabı yayınlanmış.

Mustafa Yeşil Kütüphanesi meraklılara geniş imkanlar sunarken aynı zamanda şehir belleği derleme merkezi gibi çalışıyor. Sohbetimiz sırasında esnaftan, şehrin yerlilerinden birkaç kişi uğradı, yanlarında getirdikleri eski fotoğrafları, Osmanlıca yazılmış evrakı gösterdiler. Bu belgeler hemen bilgisayara aktarılarak iade edildi.

Ali Günhan, Kütahyalıların kütüphaneye sahip çıktıklarını, yakın geçmişe dair derleme çalışmalarını desteklediklerini, ellerindeki bilgi ve belgeleri güvenerek getirdiklerini, bazılarını kütüphane arşivine hediye ettiklerini anlatıyor. Özellikle her şeyin hızla değiştiği günümüzde şehrin belleğini tutmanın ne kadar önemli olduğundan söz ediyoruz. Bu gayretlerin basit bir geçmişe özlem duygusundan kaynaklanmadığını, şehrin kültürel varoluşuyla birlikte iktisadi hayatını da yakından ilgilendirdiğini konuşuyoruz.

Ali Günhan kütüphanedeki kitapların Kütahya’nın çok sevilen öğretmenlerinden Mustafa Yeşil tarafından bağışlandığını söylüyor. 1979 yılında kitaplar İstanbul’dan Kütahya’ya getirilmiş, ertesi yıl da işportacılar çarşısı içinde yer alan bu binada kurulan kütüphanenin hizmete açılmış.

Belediye’nin girişimiyle gerçekleşen kütüphanede 500 kadar el yazması eser, çok sayıda Osmanlıca ve Farsça yazılmış edebi ve bilimsel kitaplarla birlikte envantere kayıtlı 27 bin kitap bulunuyor. Kütahyalı yazarlar da kütüphaneye destek oluyorlar.

Şehrin sevilen şairlerden İsa Kahraman aynı zamanda Kütahya Yörük ve Türkmenler Derneği Genel Sekreterliğini sürdürüyor. Çeşitli gazetelerde yazılar yazıyor, TV programları hazırlıyor. Sohbetimi sırasında şehrin çok değerli kütüphaneleri bulunduğunu, tam merkezdeki Mustafa Yeşil Kütüphanesi’nin alt katında Gülten Dayıoğlu kütüphanesinin çalıştığını, yine merkez konumdaki Kültür ve Turizm Müdürlüğü binasında oldukça geniş bir alanda hizmet veren Vahitpaşa Kütüphanesi’nin hizmet verdiğini anlatıyor.

Kütahya’nın kütüphaneler bakımından zengin bir şehir olmasına rağmen 40 bine yakın öğrencinin bu imkanlardan yeterince istifade etmediğinden yakınıyor. İsa Kahraman ile Bedesten’de tanışmıştık. Bolca çay eşliğinde uzunca bir sohbet etmiştik.

BEDESTEN

15. yüzyılda Gedik Ahmet Paşa tarafından yaptırılan Büyük Bedesten yıllarca çarşının en önemli çekim alanlarından biri olmuş. 2008 yılına kadar şehrin sebze meyve hali olarak kullanılan Bedesten canlı bir alışveriş merkezi olarak varlığını sürdürmüş.

Fakat son yıllarda pek çok kentimizde görülen, “eski yapıları koruyalım, el sanatları merkezi ya da sanat galerisi yapalım,” şeklindeki yaygın uygulamalarda sık sık Kütahya’dakine benzer sonuçlar ortaya çıkıyor. Binalar özene bezene onarılıyor, heyecanlı açılışlarla şehre kazandırılıyor, ancak mekan için tasarlanan işlev ile şehrin gerçeği birbiriyle örtüşmeyince hayal kırıklığı yaşanıyor.

Büyük Bedesten’in önünden geçerken içeriden sokağa yansıyan soğukluğu hissettim. Bu ilk izlenim, mekânın hayatiyet kazanmadığını gösteriyordu. Belli ki ilk günlerde buraya taşınan esnaf, yeterince müşteri bulamayınca mekânı birer ikişer terk etmişti. Bazı dükkanların vitrininde tabelalar duruyor, bazılarında terkedilmiş birkaç parça mal bulunuyordu.

Her şeye rağmen kapısından şöyle bir bakmak bile, bedestenin çekimine kapılmak için yeterliydi. Klasik bedesten mimarisinden oldukça farklı bir görünümü vardı. İnce uzun bir çarşı şeklinde yapılmıştı. Onarımına da, bezemesine de özenilmişti.

Kapıdan bakınca ilgimi çeken sadece yapının parlak beyaz badanası, kemerli camekânlarla kapatılmış dükkan cepheleri değildi. Hemen kapının yanında sabır ve hatta inatla direnen, boşaltıp gitmemiş iki dükkân vardı. Bu boş bedestenin sanki yüzlerce yıllık varoluşuyla birlikte şehrin derinlerdeki kültür katmanlarına da bir kapı aralayacakmış gibi duruyorlardı. Bu soğuk mekânda insan sıcaklığıyla bir çekim alanı yaratıyorlardı.

Boş olsa da, soğuk ve terkedilmiş görünse de bu bedesten girmem, içerden sesinin dinlemem gereken bir yerdi.

Terkedilmiş ve hatta yıkılıp tarumar olmuş pek çok yapı, içine girene kendi sesini dinletir… Dinletir, üstelik onu anlamak için ne sesini işitmek gerekir ne de dilini bilmeye ihtiyaç vardır. Çok yaşamış binalar, kulak kesilerek derin bir nefes alan herkesi kendi hikayesine ortak eder.

Bütün bunları bildiğim halde Kütahya Bedesteninde yüzlerce yıllık yaşanmışlığın seslerini duyamadım; çünkü biz iki tabure çekerek karşılıklı oturduğumuz Muammer Sürücüoğlu ile birlikte hayli yüksek perdeden bir muhabbet tutturmuştuk. Sesimiz boş duvarlarda, kemerlerde, insansız sahanlıkta, tozlu vitrinlerde yankılanarak gerisin geri bize geliyordu. İçeride girdaplı bir uğultu dolaşıyordu.

Sohbetimiz sürerken bir ara Muammer Sürücüoğlu şöyle bir laf etti:

“Zeryen Mahallesi’nden Zılli Mehmet’in oğlu Evliya Çelebi değil mi senin peşine düştüğün,”

İşte bu sözlerden sonra Evliya Çelebi’nin dünyayı tutmuş nâmı, rengarenk efsanevi kişiliği, maceracı kimliği bir anda kanlı canlı hâle geliverdi. On ciltlik koca külliyat bir anda yanı başıma iniverdi. Parlak bir okyanus kabuklusu gibi bütün terk edilmişliğiyle bizi de içine alan bedesten ne kadar tarihin soğuk koridorlarını hatırlatsa da bana bir başka kapı aralamıştı.

Evliya Çelebi bir anda “Zılli Memedin oğlu,” namıyla Kütahyalıların can hemşerisi olmuş ve ben aradığım insana, tesadüfen bulduğum bir tanıdık sayesinde kolayca ulaşabileceğim hissine kapılmıştım.

O kadar okuduğum, onca zaman izini sürdüğüm, etrafa nasıl baktığına, hayatı nasıl gördüğüne dair satır aralarına sıkışmış ip uçlarını sürdüğüm Evliya Çelebi çok daha gerçek bir yol erbabı haline gelivermişti velhasıl.

Muammer Sürücüoğlu uzun zamandır ahşap işiyle uğraşıyordu. Eski Kütahya konaklarının çivi ve tutkal kullanmadan kündekari teknikle yapılan tavan göbeklerinden hayranlıkla söz ediyordu. Son yıllarda Kütahya çinisini ahşap ile birlikte kullanarak objeler ve eşyalar yapmaya başlamıştı. Tabiatta birlikte yaşayan ağaç ve toprağı bir kez daha buluşturuyordu.

Muammer usta, “çırak” olmayı önemseyen bir tavırla henüz usta olmadığını söylerken bu meslekte bir hayli on yılı çoktan dürüp derlemişti. Durmaksızın tazelenen çaylar eşliğinde sohbet sürüyordu. Bu arada sanki sözleşmiş gibi şehrin ressamları, şairleri, televizyon programcıları, tarih araştırmacıları birer ikişer Bedesten’e yol düşürüyorlardı. İki kişi karşılıklı oturduğumuz sehpanın çevresindeki halka giderek genişlemeye, kunduracılar çarşısındaki çaycının yolu Bedesten’e daha sık düşmeye başladı.

Konuşmaların başından beri birlikte olduğumuz Ressam Bayram Yıldız, zaman zaman telefon açarak yeni arkadaşları davet ediyor, şehrin yazarları, sanatçıları giderek artan sayıda sohbete katılıyorlardı.

Bayram Yıldız resim çalışmalarının yanı sıra Kütahya Sanat Derneği’nin başkanlığını sürdürüyor.

“Osmanlı kültürünün yanı sıra Selçuklu, Türkmen, Bektaşi, Roma ve gayrimüslüm kültürü ile zengin bir şehirdir burası,” diye tanımladığı Kütahya için,

“ancak henüz güçlü bir açılım gerçekleştiremedik, hâlâ kendi kabuğumuzda yaşıyoruz,” diye ekliyor.

Kütahya’nın kapısı bana Büyük Bedesten’le birlikte açıldı. Şehre dair ilk izlenimlerimi buradaki sohbette edindim. Daha sonra kendi mekanlarında ziyaret edeceğim kültür sanat insanlarıyla, kanaat önderleriyle burada tanıştım; onların önerdikleri güzergahları izleyerek Kütahya’yı okumaya başladım.

Yıllarca Başbakanlık arşivlerinde araştırmacı olarak çalıştıktan sonra memleketine dönen Kamil Behdioğlu’nun Kütahya’ya dair aykırı yorumları, özgün yaklaşımları ve Osmanlıca çeviriler konusundaki hassasiyeti, şehirlerdeki tarih yazıcıların ve araştırmacıların ne kadar önemli olduğunu ortaya çıkarıyordu. Behdioğlu okul ve iş yıllarından sonra Kütahya’ya dönünce hiç de beklediği şehirle karşılaşmadığını söylerken sadece yirmi kadar yerli aile kaldığını anlatıyor, geçmişin derinliklerini aydınlatacak bilgi kaynaklarıyla birlikte araştırmacı ve tarihçilerin de giderek daha zor bulunduğunu söylüyordu.

Neredeyse günün tamamı Bedesten’de geçecek gibiydi, halbuki dışarıda güneş vardı ve şehrin sokakları gayet çekici görünüyordu. Toparlanmaya hazırlanırken Kütahya’da tek olduğu gibi Türkiye’de de biricik olan Evliya Çelebi Kültür Derneği Başkanı Mücahit Dinç ile birlikte Evliya Çelebi’nin baba evinin kapıları da açıldı. Bedesten’in boşluğu bir anda şehrin sanat, maneviyat, felsefe edebiyat, tarih, resim, şiir konularıyla dolu bir yoğunluk kazandı.

Sohbet tam kıvamındayken “vakittir,” diyenler birer ikişer ayrıldı; her şey tadında bırakılmıştı; şehre çıkmanın tam zamanıydı. Güneş alçalmış, ışıklar yumuşamış, hava günün son demlerini sindirmeme fırsat vermek için durgun ve hatta uysal bir iklim yaratmıştı.

Şehrin tam orta yerinde, Belediye binasına bakan meydanda devasa bir vazo duruyordu. Çiniden yapılmış klasik bir vazo formundaydı ama boyutları itibariyle vazo estetiğini hayli zorluyordu. Bu vazo olsa olsa devlere ait bir mekâna belki de onların zamanına ait olabilir diye geçti aklımdan.

Meydanı arkama almış Sevgi Yolu’nda yürüyordum. Yayalaştırılmış bu güzel caddenin iki tarafında bol çeşit sergileyen gayet zengin görünümlü dükkânlar vardı. Küçük parkları ve çay bahçeleriyle, şehrin eski lokantalarına açılan sokakları, bankaları, işhanları, kitabevleri ve kafeleriyle Kütahyalıların çok sık kullandığı yerlerden biriydi. Her keseye uygun mağazalar buradaydı; geniş bir işporta çarşısıyla birlikte şehrin tarihi binaları da Sevgi Yolu’yla irtibatlı biçimde iki taraflı dağılıyordu.

Burası şehrin ana ekseniydi ve aylak yürümesiyle değil de yetişme adımlarıyla başından sonuna kadar gitmek bir çeyreği buluyordu. Yolun başı devasa vazonun sular fışkırttığı meydana bağlanıyor, öte başı 78 burçlu kalede bitiyordu. Vazo ile kale birbirine bu yolla bağlanmıştı. Kalenin kuruluş hikayesini okuyunca meydandaki vazo da gözümde bir başka anlam kazanacaktı…

KALEYİ YAPANLARIN HİKAYESİ

Rivayete göre bu kale tarihin çok eski zamanlarında burada yaşayan dev insanlar tarafından yapılmış. Boyları orta halli bir minare boyuna varan bu devler, bin yılı mütecaviz ömür sürerlermiş. Bugünkü kalenin bulunduğu yerde oturuyor, susadıkça eğilip aşağıdan geçen Felend Çayı’ndan kana kana su içiyorlarmış.

Günlerden bir gün canları sıkılmış olmalı ki bu ferah tepenin üstüne bir kale inşa etmeye karar vermişler Ömürlerinin birkaç yüz yılını alacak olsa bile, yan yana dizilip Yoncalı’dan ta Nemrut Dağı’na kadar bir zincir kurmuşlar. Dağdan kestikleri kayaları elden ele geçirerek Gulam Köyü’ne getiriyor, orada işledikten sonra kale inşaatında kullanıyorlarmış. Kendilerine uygun dehlizler, saraylar kurmuş, surları yükseltmeye başlamışlar. Tam o sırada Bin yaşını devirmiş devler kralının daha üç yüzüncü baharını süren tüyü bitmemiş oğlu ölüvermiş. Bunun üstüne kral dövünmeye başlamış:

“Üç yüz yaşında oğlum öldü hamı traş,

Bileydim bu diyarda ölüm var, koymazdım taş üstüne taş” diye beyit düşürüvermiş.

Her şeye rağmen kale bitmiş, bir çembere dizilmiş gözyaşları gibi yan yana duran burçlarıyla pek sık rastlanmayan bir kale çıkmış ortaya.

Evliya Çelebi’de kaleye övgüyü esirgemeden,

Gerçekten de bir tepenin üstünde yüzük taşı gibi durur sağlam bir kaledir,” dedikten sonra büyüklüğü ve konumu hakkında şu bilgileri veriyor:

“Fırdolayı büyüklüğü aşağı kale ile toplam 3 bin adımdır. Dört tarafı yalçın kaya üzeredir. Etrafında hendeği yoktur zira kahkaha gibi, gayya kayaları bir uçurum kayalardır. İnsan aşağıda olanı fark edemez. Ancak adı geçen aşağı yeni kale eski kalenin kuzeyi tarafı altında alçak yerdir. Fatih Sultan Mehmed ek olarak yapmıştır. Şehrin alçak yerinde bulunduğundan 100 arşın kadar kesme kaya hendeği vardır.

Bu kalenin yapılma sebebi odur ki bu kaya yerinde bir yalçın kaya altında bir değirmen yürütür bir âbıhayat su kaynayıp çıkar. Kuşatma sırasında düşman o suyu zaptedip kale halkı susuzluktan mustarip olmasınlar için bu tatlı su kaynağını kale içine almak için bu kale yapılmıştır.”

Kütahya Kalesi’nin Evliya Çelebi’ tasviriyle çizilen görünümü bugünkü kalıntıları izleyince az çok ortaya çıkıyor. Yukarı Kale (Kale-i Bâlâ) bugünkü Maruf Mahallesi’ni içine alıyor. Aşağı Hisar Mahallesi’ndeki Aşağı Hisar (Kale-i Sâgir) ise daha küçük.

Kale’nin bulunduğu yamacın en üstünde silindirik gövdeli, tepesi çepeçevre alttan üstten siperlikli bir yapı bulunuyor. Döner lokanta olarak kullanılan bina uzaktan bakınca bir devin çıkarıp tepeye bıraktığı şapkayı andırıyor. Şık bir mekânda lezzetli yemek servisi yapan lokanta oldukça rağbet görüyor.

Kaledeki düzlüğe yayılmış çay bahçeleri ise yüksek ağaçların altında her zaman esintili, aynı zamanda seyri hoş bir Kütahya manzarası sunuyor.

Kalenin bulunduğu tepe çepeçevre şehir tarafından kuşatılmış. Evler ve mahallelerin ise Evliya Çelebi’nin anlattıklarıyla hiç ilişkisi yok. Onun söylediklerini aktarayım, gayrisine gerek kalmasın.

“Bu yazılan 34 adet mahalleler ile ve bu büyük şehir bağlı bahçeli gül, gülistan bostanlı ve âbıhayat sulu haneler ve köşklerdir. 3 mahalle Ermeni ve 3 mahalle Rum vardır. Eski zamanlardan beri Yahudi taifesi yoktur. Ticaret edip giderler yerleşseler ölürler acayip hikmettir,” der. Şehri tanımlamayı sürdürürken sanki kaleden bakarmış gibi anlatır:

“Bu Kütahya şehri küçük şehir görünür ama ta Sultan Bağı’ndan Osman Paşa sarayı önünden, Mevlevihane ve Kapan köprüsünden, Meydan Mahallesi önünden ta Çayırbaşı’na varıncaya kadar kuzey tarafına dere ile gidilir. Şehrin çevresi tam 4 bin adımdır.

Evliya Çelebi’nin sözünü etiği bağlar ve mahalleler adlarıyla hâlâ duruyor. Şehirse silme kiremit rengi çatılardan ibaret görünüyor, yeşillik pek az.

“Bu derenin iki tarafı bağ ve bahçeler, İrem bağlarına benzer kat kat şahnişinler ile bezenmiş hanelerdir. Adı geçen dereden her haneye birer ark akıp bağları ve bostanları sular,” diye Kütahya’nın sularından, pınarlarından dem vuruyor Evliya Çelebi.

ÇEŞMELER

Kütahya’nın bugünkü su şebekesi çağın gerektirdiği gibi düzenlenmiş. Bir zamanlar yaygın olarak kullanılan sokak çeşmeleri ise sadece gelen geçenin susuzluğunu gidermeye yarıyor. O da çeşme akıyorsa ve susayan yolcu her yerde bulunan pet şişelerdeki suyu tercih etmiyorsa.

Şehrin sokaklarında aylak dolaşırken ilk günden itibaren dikkatimi çekmişlerdi: Cami şadırvanları güzel ve gösterişliydi ama onların yanısıra köşe başlarında, sokak aralarında, mahalle meydanlarında çok sayıda çeşme çıkıyordu karşıma. Çeşme aynalarının, musluklarının, yalaklarının çoğu tahrip olmasına rağmen geri kalanlar bile dikkat çekmeye yeterdi.

“Kütahya Su Medeniyeti” kitabında Mustafa Kalyon 165 çeşme 22 şadırvan, 22 çamaşırlık 7 pınar 12 sebil 2 su değirmeni, 1 fıskiye tespit etmiş. Su fıskiyesinin Belediye Meydanı’ndaki dev vazo olduğunu biliyorum, diğerlerini teker teker gezip görmeye mecalim yetmedi.

Mustafa Kalyon, sözünü ettiği çeşmelerden her birini fotoğraflayarak derlediği bilgilerle birlikte anlatıyor. Çeşmelerin çoğunun adları biliniyor ve geçmişleri oldukça eski zamanlara uzanıyor. Bazıları onarılarak çini kaplanmış, bazıları olduğu gibi bırakılmış. Bu halleriyle terkedilmiş görünüyorlar.

Şehirde sokak çeşmelerine ihtiyaç yok ama varlıkları bir kültürün yaşatılması bakımından önemli. Uygarlığın temeli olan su kültürünü yaşatmanın değerinden sık sık söz ediliyor.

Dünyanın farklı köşelerinde irili ufaklı sokak ve meydan çeşmelerini korumaya alarak yaşatan pek çok kent biliyorum. Bazıları büyük kampanyalar açarak su yollarıyla birlikte çeşmeleri de onarmış akmasını sağlamışlar. Kütahya da bu dünya kentlerinden biri, hatta su ve çeşme kültürünün zenginliğiyle önde gelenlerinden biri olabilir pekala.

Mustafa Kalyon, çeşmelerin Kütahya’daki konumundan söz ederken şunları anlatıyor:

“Şehrimizin ilk sakinleri olan Frigler gibi daha sonra yerleşen Roma ve Bizanslılar da Kütahya’mızı her tarafından fışkıran kullanma ve içme suları sebebiyle kendilerine kutlu bir barınma yeri olarak seçmişler…..

Ancak günümüze kadar gelen su yolları ve çeşmeler içinde o kavimlere ait pek kanıt bulunmuyor. Yalnız bazı çeşme ve sebillerde Bizans dönemine ait olduğu tahmin edilen kabartmalar meyve, çiçek, kuş figürleri bulunan mermer levhalar ve yazılı mermerler kullanılmış.”

HAMAMLAR VE TİMUR HİKAYELERİ

Pınarlarla, çeşmelerle, şadırvanlarla, çamaşırhanelerle, sebillerle bu kadar haşır neşir olmuş bu şehrin Anadolu’daki geçmişi tarihin derinliklerine uzandığı için eski uygarlıklara dayanan hamam kültürü Kütahya’da da önemli bir yere sahip.

Evliya Çelebi,

“Ve 9 mamur ve birkaç işlemeyen hamamı vardı. Bunlardan hoş havalı ve güzel yapılı Rüstem Paşa Hamamı Vilayet Valisi iken yapmış. Anadolu’da benzeri meğer Tire’de ve Manisa’da ola. Bu hamama Balıklı hamam derler. Havuzunda âdem gümüşü balıklar ve âşık malikleri kâküllerini tarumar edip büklüm büklüm ve kıvrım kıvrım edip iplikleriyle âşıkların gönlünü bağlayıp kendisi kayıtsız, serbest olur,” diye başladığı övgüleri mısralar beyitlerle sürdürdükten sonra,

“Ve germiyan hamamı, eski yapıdır. Kadıasker Hamamı, Şengül Hamamı, Kemer Hamamı, Hüseyin Paşa Hamamı, ve Ektemür Hamamı,” diye sayarak 23 saray hamamından söz eder.

Böylesine su zengini, çeşme, hamam bolluğu içindeki şehrin sözlü kültüründe de hamamlı çeşmeli çok hikaye bulunuyor. Bazıları efsaneler halinde dilden dile dolaşırken bazıları da menkıbeler halinde yazılıp çiziliyor, bazıları türkü olmuş söyleniyor. Bunlardan en bilineni o güzelim “Kütahya’nın pınarları akışır” türküsü.

Menkıbeler arasında Timur’a ait bolca hamam hikayesi bulunuyor. Bu hikayeler şehrin hafızasında 1402-1403 yıllında yaşanan Timur işgalinin silinmeyen izler bıraktığını gösterirken, aynı zamanda halkın hâlâ unutulamayan zor zamanlara sebep olanlardan intikam almayı sürdürdüğünü gösteriyor.

Bu menkıbelerden biri Cemaleddin Efendi ile Timur’un karşılaşmasını anlatılıyor:

Kütahya’yı işgal ettikten sonra çarşı içinde dolaşan Timur esnafla selamlaşmaktadır. Önünden geçtiği her dükkândan iltifat görürken esnaftan biri, uzun boylu, dik başlı bir kişi olan Cemelettin Efendi yerinden bile kıpırdamaz. Bunun üstüne öfkelenen Timur kılıcını çekerek Cemalettin Efendi’nin kafasını uçurur. İşte ne olduysa ondan sonra olur. Başsız bedeniyle yerinden doğrulan Cemalettin efendi yerdeki kafasını alıp yürümeye başlar. Bugün de mezarının bulunduğu yere gelince kıble tarafına dönerek yere uzanır ve canını teslim eder.

Bu olaydan sonra Timur Maruf Mahallesi’ndeki Kemer Hamamı’na gider. Burada yıkanıp temizlenmeye çalışırken birden görür ki hamamın tüm kapıları duvarla örülmüş içerde sıkışıp kalmıştır. Telaşla oraya buraya seğirtir ama bütün kapılar duvardır. Çaresizlik içinde geri çekilince duvarlar ortadan kalkar, kapılar açılır. Fakat Timur ne zaman dışarı çıkmak için seğirtse duvarlar birden bire yükseliverir. Tam yedi kez tekrarlanan bu olaydan sonra Timur yaptığına pişman olup nedamet getirir.

Bir diğer hikayede ise Timur ile Şair Ahmedî birlikte hamama gitmiştir. Kibirli sultan şaire dönerek,

“Bana bir değer biç,” diye buyurur. Şair Ahmedi hiç tereddüt etmeden,

“Beş akçe,” der. Durumu anlamayan Timur itiraz eder,

“Hiç beş akçe olur mu, sadece belimdeki peştemal o fiyattır,” diyecek olur, aldığı cevap şöyledir:

“Zaten bir kıymet taşıyan da peştemaldir.”

Derler ki bu olaydan sonra hamamın adı “Kemer Hamamı” olur.

Maruf Mahallesi’ndeki hamam bugün de çalışmaya devam ediyor, ancak aradan geçen yüzlerce yılda orasından burasından kesilip parçalanarak aslından hayli uzaklaşmış. 1950 yılında yapılan yol çalışmaları sırasında bir bölümü yıkılmış, daha sonra ikiye bölünerek doğu kısmı Özen Hamamı, batı kısmı Şen Kemer Hamamı olarak hizmet vermeye başlamış. Bugün de şehrin rağbet gören hamamlarından ikisi bunlar. Haliyle yapılan eklentiler ve değişiklikler nedeniyle ilk yapıdan hayli farklı iki hamam çıkmış ortaya.

Kütahya Kalesi’nin kuzey eteklerindeki Kemer Hamamı gibi güney doğu eteklerine yakın bir başka hamam daha var. Şengül Hamamı onarıldıktan sonra asıl işlevinden tamamen farklı bir mekan olarak kullanılmaya başlamış. Börekçiler Mahallesi’ndeki yapı, klasik Osmanlı hamamlarının oldukça dışında bir mimariye sahip. Şengül Hamamı’nın ne zaman, kimler tarafından yapıldığına dair herhangi bir kayıt bulunmuyor. Hamamın tarihteki tek izi, Evliya Çelebi Seyahatnamesinde isminin geçiyor olması. 16. yüzyılda bu hamamın burada bulunduğuna dair tek kanıt Çelebi’nin tanıklığı.

Şengül Hamamı bugün Kütahya Belediyesi Jeoloji Müzesi olarak kullanılıyor. Üstü kapatılmış olan Kapan Çayı’nın kıyısındaki hamam Kütahya’nın bugünkü seviyesinin altında kalmış. Basamaklarla inilerek giriliyor.

Türkiye’deki maden çeşitliliğinin önemli bir kısmını barındıran Kütahya toprakları 35 tür minaralle zengin bir potansiyele sahip. Aynı zamanda Türkiye’deki maden ruhsatı sayısı bakımından ilk sırada bulunuyor. Şengül Hamamı gerek bu zenginliği göstermek gerekse maden ve mineraller konusunda bilgilenmeye katkıda bulunmak için açılmış. Oldukça özenli bir düzenlemeye sahip müzede ham maddeler ve mineraller ile birlikte maden çıkarma ve işleme süreçleri de ayrıntılı biçimde anlatılıyor.

ÇİNİ

Kütahya topraklarındaki yeraltı kaynakları ve doğal değerler arasında en önemlisi hiç kuşkusuz çini ve porselen yapımında kullanılan mineralli toprak ve bu toprağın zengin karakteri.

Evliya Çelebi’nin

“Ve kâse, fincan çeşit çeşit maşrapa ve testileri ile çanak ve tabakları ile bir diyara mahsus değildir. Ancak İznik kâseleri de ünlüdür,” diyerek değindiği Kütahya çiniciliğinin geçmişi oldukça eskilere uzanıyor. Ancak çinicilik bu güne gelene kadar inişli çıkışlı bir gelişim süreci izlemiş. Gözden düştüğü, unutulduğu zamanlar da olmuş, baş tacı edildiği büyük bir ekonomi ve zenginlik yarattığı zamanlar da yaşanmış.

Şer’iye Mahkeme Sicillerinin incelemesi sırasında ortaya çıkan bir belge sayesinde Kütahya’da 1764 yılında bir fincancılar anlaşması yapıldığı anlaşılıyor. Bir tür işveren-işçi sözleşmesi mahiyeti taşıyan bu belgede şehirde var olan 24 fincan ve çini atölyesindeki kalfa ve çırakların haklarıyla birlikte yükümlülükleri sıralanıyor. Kalfaların 100 fincan karşılığında 40 akçe alacakları, ustalara 150 has fincan karşılığı 160 akçe ödeneceği, 10 has fincanın 4 akçeye perdahlanacağı, her fincan yüzünün 1 paraya çizileceği hükmü getiriliyor. 24 atölyeden daha fazlasının açılamayacağını hükme bağlayan sözleşmede kalfa ve çırakların bu şartlara karşı çıkması halinde “ölüme bedel kürek cezasına” çarptırılacakları da imza altına alınmış.

Bugün Kütahya’da çinicileri ve seramikçileri temsil eden birkaç kuruluş bulunuyor. Bunlardan biri Kütahya Çini ve Seramik Üreticileri ve Sanatkârları Derneği. Derneğin 60 üyesi bulunuyor. Kütahya Çiniciler Fotoğrafçılar ve El Sanatları Esnaf Odası’na ise 97 firma kayıtlı. İlginç olan şu ki oda 1965 yılında fotoğrafçılar tarafından kurulmuş. O tarihte şehirdeki fotoğraf stüdyolarının sayısı çini atölyelerinden fazlaymış. 1974’te kayıtlı üyelerin çoğu çinici olmaya başlayınca odanın adı değişmiş, fotoğrafçılar bir kademe arkaya itilmiş, çiniciler başa geçmiş. Odaya çinicilik alanında çalışan 97 firmanın yanı sıra 8 firma da profesyonel fotoğrafçı olarak üyeliğe devam ediyor.

Oda başkanı Sadık Erilbaylı. Dünyada çininin başkenti olan Kütahya’nın en büyük sivil toplum örgütlerinden biri olduklarını söyleyerek. Bu büyüklüğü her platformda gösterecek şekilde birlik ve beraberlik içinde hareket ettiklerini söylüyor. Kütahya Çini ve Seramik imalatçıları küçük sanayi sitesi kuruluyor. Sitede 73 atölye ve sosyal tesis bulunuyor.

Tahmin edileceği gibi Kütahya’da ekonomik ve kültürel hayatta çini son derece önemli bir yer tutuyor. Çarşı içindeki dükkanların yanı sıra Eskişehir istikametine doğru şehir çıkışında muazzam bir çiniciler çarşısı yapılmış. Gerek Türkiye’de gerekse gezdiğim başka diyarlarda tek bir ürün çeşidi üstüne kurulmuş bu kadar büyük bir çarşının bir benzerine daha rastlamadığımı söylemeliyim. Ancak çarşıdaki dükkanların çoğu boş halde sahiplerini bekliyor.

Kütahya çinisi günlük kullanıma yönelik ve harcıalem hediyelik kaleminden turistik ürünlerle, endüstriyel üretimle varlığını sürdürürken bir de sanatsal çini uygulamaları bulunuyor. Bir tür yüksek çini diyebileceğimiz bu çalışmaları yapan sanatçılar şehir içindeki atölyelerinde özgün eser üretmeyi sürdürüyorlar.

KAYBOLAN RENKLER VE YENİDEN BULUNMASI

Türkiye’de Kütahya çinisini özgün renk ve motiflerle bezeyerek ilk tanıtan Sıtkı Olçar olmuş. Mehmet Gürsoy ise UNESCO tarafından ürünleri ve üslubuyla “yaşayan insan hazinesi” payesiyle taltif edilmiş bir çini sanatçısı.

Germiyan Sokak, eski Kütahya evlerinin restore edilmesiyle birlikte şehrin kültür sanat bölgesi mahiyeti kazanmış. Bu sokaktaki Mavi Konak’ta çalışan Mehmet Gürsoy ile üst kattaki salonda duvarları, camekanları konsolları dolduran nadide eserler arasında konuşuyoruz. 37 yıldır bu işin içinde olduğunu söyleyerek söze başlıyor ve uzun uzadıya kaybolan renklerin peşinde koşturmakla geçirdiği yılları anlatıyor.

Aslına bakarsanız Mehmet Gürsoy’un anlattıkları pekala derin toplumsal katmanlara, sosyolojik ve tarihi olaylara da göndermeler yapan çarpıcı bir Türkiye macerası. Türkiye’nin yakın tarihi, Kütahya’nın kaybolan renkleri ve sonra onları teker teker yeniden ortaya çıkarmaya çalışan “çini dervişleri” üstünden anlatılabilir.

Bu sanatın kaybolan renklerini ve unutulan altyapısını uzun araştırmalardan sonra ortaya çıkardığını söyleyen Mehmet Gürsoy,

“Çini göz zevki için yapılır. Yemek ve mutfak malzemesi olan ise porselendir,” dedikten sonra şöyle devam ediyor:

“Çini bir göz musikisidir. Bu musikinin notaları laleler, karanfiller güller ve sümbüllerdir. Ayrıca çini kıymetli taşların rengini sır altına gizleme sanatıdır,” diyor.

Nitelikli çiniye dokununca ipeğe dokunmuş hissi vermesi gerektiğini söyleyen Mehmet Gürsoy, bazı çalışmalarını on parçayla sınırlı tuttuğunu, aynı desen ve renkleri taşısa bile her birinin önemli farklar taşıdığını anlatıyor.

Yine Germiyan Sokak’taki Şeker Konağı’nı iki katlı turkuaz cennetine çevirmiş İbrahim Kocaoğlu ile 280 yıllık konağın avlusunda oturuyoruz.

“Bizler Anadolu insanı olarak dertlerle yoğrulduk. Kimimiz şiir yazdı kimimiz ağıt. Kimimiz o dertlerle taşı un ettik eledik, hamur ettik, yoğurduk ve taş çiniyi tekrar doğurduk,” diye anlatıyor.

RESSAM

Karagöz Camii ile Balıklı Hamamı arasındaki Rüstem Paşa Medresesi’ne ihtişamlı bir kapıdan giriliyor. Medrese bugün el sanatları merkezi olarak kullanılıyor.

1550 yılında Rüstem Paşa tarafından yaptırılan Medrese 1930’da tamamen yıkılmış. Bugünkü yapı eldeki veriler değerlendirilerek yeniden inşa edilmiş. Kare planlı, ortasında küçük bir havuzu olan hareketli bir yer burası. Avluyu çeviren odaların hemen hepsinde işlemeye ve nakışa yönelik atölyeler çalışıyor. Ressamlar, hattatlar, nakkaşlar, tezhipçilerin çoğu kadın sanatkârlar.

Medresenin bir köşesinde ressam Bayram Yıldız’ın arkadaşlarıyla birlikte kullandığı atölye bulunuyor. Bayram Yıldız Kütahya Kültür Sanat Derneği’nin Başkanı, aynı Zamanda Tanıtım Vakfı mütevelli heyeti üyesi. Her iki kuruluşta da yoğun etkinlikler gerçekleştirerek Kütahya’da sanatın sadece çinicilikten ibaret olmadığını göstermeye çalıştıklarını söylüyor. Başta resim olmak üzere pek çok alanda eser veren Kütahyalı sanatçıların çalışmalarını değerlendirmek gerektiğini söylüyor.

“Çini vazoyu zihinlerimizde aştığımız zaman Kütahya’nın sanatı da sanatçısı da yaratıcılığını ortaya koyacaktır,” diyor.

Bayram Yıldız gerçekçi üslupla Kütahya evlerini resimliyor. Son derece ayrıntılı ve özenle işlenmiş resimler şehrin mimari inceliklerine de sanatçı gözüyle ışık tutuyor.

Birlikte Kütahya sokaklarında dolaşıyoruz. 17. yüzyıldan itibaren 20. yüzyıl başlarına kadar yapılan geleneksel binaları bu dar sokaklarda görmek mümkün. Bazı sokaklarda çatılar birbirine değecek kadar yakın. Evlerin temel özelliği ikinci katların çıkmalı yapılması. Bu sayede yerden kazanılıyor. Dış duvarlar kirli beyaz renkte, bazıları sarıya boyanmış, birkaç tane çivit mavi ev arada parlıyor, genellikle aşı boyası vurulmuş.

Sokakların bu görüntüsü, evlerde hacimlerin estetik kullanımı, az pencereli, bol ahşap payandalı binaların konumu Bayram Yıldız’a ilham veriyor.

Yapıların içinde giriş katına mutfak, kiler, ardiye gibi hizmet odaları yerleştirilmiş, üst katlarda yaşama alanları, yatak odaları ve banyo bulunuyor. Ahşap işçilik özellikle evlerin içindeki dolap kapaklarında ve tavan göbeklerinde kendini gösteriyor.

Kütahya evlerinin restore edilerek yeniden kullanılmaya başladığı Germiyan Sokak’la birlikte Ahierbasan Sokak’ta dolaşarak bir zamanlar yaşayan kent kültürünün izlerini sürmek mümkün.

Bayram Yıldız’ın buralarda yaptığı resimler ilginç buluşmalara da vesile olmuş. Yıllar önce İnternette yayınlanan çalışmalarını gören bir sanatsever, Sofia Hanım, resimlerden Kütahya’daki baba evini tanımış; çok yaşlı olan ve çok güzel bir Türkçe konuşan teyzesi Eleni hanımla birlikte kalkıp Kütahya’ya gelmişler. Bayram beyi bulup tanışmışlar, aralarında güzel bir dostluk kurulmuş. Bayram Yıldız sanatın yakınlaştırıcı etkisinden ve kültürler arasındaki mesafeyi kapatan özelliklerinden söz ediyor.

Birlikte Kütahya Kültür Sanat Derneği’nin Sevgi Sokağı’nın yakınlarındaki Sanat Galerisi’ne gidiyoruz. Küçük galeride dernek üyelerinin karma çalışmaları sergileniyor. Bir gün önceki kalabalık açılışın izleri fark ediliyor.

Galeride şehrin sorunlarını konuşuyoruz. Kütahya İlinden Yetişenler Derneği Başkanı Süleyman Çankaya ve Fotoğraf Sanatçısı Ahmet Bitirim, dış göçün başlıca problem olmasından, iş alanlarının kısıtlı kalmasından yakınırken okumuş gençlerin kendilerini şehirde var edemediğini bu nedenle sürekli kan kaybı yaşadıklarını anlatıyorlar. Süleyman Çankaya

“Yaşanılası bir yer,” diye tanımladığı şehri,

“aynı zamanda insanlığın ölmediği yer,” diye değerlendiriyor.

O sırada kapıdan dünyaca tanınmış bir sanatçı giriyor. Kafasında kasketi, elinde üç tuvali ve bastonuyla Hüseyin Yüce geliyor. Ressam Ahmet Yakuboğlu ile birlikte Kütahya’nın yaşayan en büyük ressamlarından sayılan Hüseyin Yüce, dünyadaki pek çok önemli koleksiyonda ve müzede eserleri bulunan naif ressam.

Yaşadığı Göveççi köyünden kalkmış yeni boyadığı üç tuvali koltuğunun altına sıkıştırmış, Bayram Yıldız’la konuşmaya gelmiş. Herkese dondurma ısmarladı. Yeni resimlerini duvar dibine dizdikten sonra pek bir endişeli gözlerle seyretmeye başladı. İçine sinmemiş bir şey vardı belli ki onu arıyordu, belki buralarda bulurum, danışarak bir çareye ulaşırım diye gelmişti.

Hüseyin Yüce’nin resme başlaması tamamen bir tesadüf eseri olmuş. Delikanlı çağındayken bir gün oturmuş Gölet mevkiindeki değirmeni seyrederken biri çıkıp gelmiş. Kim olduğunu hatırlıyor, isminin Necati Astancıoğlu olduğunu söylüyor çünkü hayatı o gün değişmiş. Elindeki çantalarla gelen yabancı, değirmenin karşısına bir sehpa kurmuş, boyasını paletini çıkarmış, boş tuvalin üstünü boyamaya başlamış. Kendisini merakla seyreden delikanlıyı da yanına çağırıp,

“İstersen gel seyret,” demiş. O seyirle birlikte Hüseyin Yüce’nin dünyasında yeni bir kapı açılmış. Bu karşılaşmada yaşadıkları, gördüğü yakın ilgi ve sıcaklık hevesini artırmış ve o günden itibaren resme merak sarmış.

“Bu güne kadar kendimi geliştirdiğimi fark ediyorum,” gibi sade fakat bir o kadar da çarpıcı bir cümle kurabilen Hüseyin Yüce, naif resmin en özgün örneklerinden biri olarak dünyada tanınıyor.

İlk fırçalarını kedi tüyünden ve at kılından yapan sanatçı ilk sergisini 1965 yılında Kütahya Güzel Sanatlar Galerisi’nde açmış. Tabi o dönemde galerinin yöneticiliğini Cavit Atmaca yapmaktadır. Atmaca, derin resim bilgisiyle baktığı Hüseyin Yüce’nin çalışmalarına yansıyan doğal yeteneği hemen anlamıştır.

Hüseyin Yüce’nin resim macerası bu ilk sergiden sonra yükselerek devam eder. Yurt içinde ve dünyanın en uzak köşelerine kadar pek çok ülkede sayısının bilmediği sergiler açar.

Galeriden çıkarken Hüseyin Yüce resimleri getirirken beraberinde taşıdığı soruları olduğu gibi geri götürüyor muydu bilmiyorum ama tuvallerin az önce durduğu duvardan ışık ve renkler yansımaya devam ediyordu.

CAMİLER

Sevgi Yolu’nda yürüyerek Karagöz Camii’ni geçip Pekmez Pazarı’na doğru yaklaşırken yaya bölgesi bitiyor. Buradan sonra araç trafiği başlıyor.

Az ilerideki meydana açılan Ulu Cami bir büyük külliye. Bitişiğindeki Umur bin Savcı Medresesi, diğer yanındaki II. Yakup İmareti ile birlikte o büyük bütünün parçası. Son derece sanatlı bir yapı ve üç yöne açılan kapısıyla huzurlu bir mekân olan Ulucami’nin avlusunda yüksek ve yaşlı ağaçların gölgesi her zaman kalabalık. Burası eski kente, Kale’ye Çini Müzesi’ne ve yeni mahallelere açılan önemli bir kavşak.

Evliya Çelebi Ulu Camii anlatırken,

“Hâlâ 32 mihraptır on biri cumadır. Geri kalanı küçük mescitlerdir. Evvelâ hepsinden donanımlı, süslü ve kalabalık cemaate sahip Ulu Cami Gazi Hüdavendigâr Yıldırım Han oğlu yapısıdır ancak Yıldırım Han oğlu Şehzâde Musa Çelebi tamamlamıştır. Daha sonra Süleyman Han, Mimar Sinan eliyle yeniden tamir etti,” diyor.

Dönenler Camii de Ulu Camiin açıldığı meydana bakıyor. Karşılıklı duruyorlar. Evliya Çelebi, zamanında Mevlevi tekkesi olan bu mekânı,

“Bu şehir içinde 6 tekke vardır. Evvelâ biri Kapan Hanı yakınında Hazret-i Mevlânâ âsitanesi, yani Mevlevihânê tekkesi, pek çok fukara odaları ile semahanesi ve mutriphanesi ile mamur tekkedir,” diye anlatıyor.

Büyük bir külliyenin içindeki bina 14. yüzyılda Mevlevi Tekkesi’nin semahânesi olarak yapılmış. İki kez onarım gördükten sonra günümüze semahâne bölümü ile derviş hücreleri gelebilmiş. Bugün Dönenler Camii adıyla anılan semahâne, 1959 yılında Vakıflar tarafından onarılarak ibadete açılmış.

“Kütahya Erguniye Mevlevhanesi” adıyla bir kitap yazan Abdurrahman Doğan, Erken dönemde Ergun Çelebi tarafından kurulan Mevlevihâne’nin 1925 yılına kadar işlevini sürdürdüğünü anlatırken,

“Mevlana ailesinin Germiyanoğulları ile akrabalık kurması, Kütahya Dergahı’nın Mevlevi Dergahları içinde önemli bir yere sahip olmasının başlıca sebeplerinden biridir,” diyor.

MÜZİK

Mevleviliğin Kütahya’nın manevi aleminde ve kültürel ikliminde önemli bir yeri bulunuyor. Şehrin müzik araştırmacılarından ve müzisyenlerinden biri olan Mustafa Salün, Kütahya Müziği’nin Germiyan Beyliği dönem musikisi ile Mevlevi müziğinden etkilendiğini belirterek 1975’ten bu yana derleme çalışmaları yaptığından söz ediyor.

“Eski dönemlerin büyük şehir olan Kütahya’da musiki tavrı şehir merkezinde oluştu, bu süreçte köy yavan kaldı, şehir hepsini kendine çekti,” diyor.

Kütahya kent kültüründe bir zamanlar ağırlıklı bir yeri olan “gezek geleneği”nden söz eden Mustafa Salün, meşk ile kuşaklar arasında aktarılan türkülerin yaşaması için ve şehir adabının kuşaklar arasında aktarılabilmesi için gezek geleneğinin çok önemli bir kurum olduğunu anlatıyor.

Mustafa Salün’ün batı müziği ve Türk müziği enstrümanlarıyla dolu dükkanında konuşuyoruz. Konuşmamız dükkâna gidip gelenler, kitaplarından arayanlar, çocuğu için saz almak isteyenler, bir türkü hakkında sorusu olanlar tarafından sık sık kesiliyor. Her gelen sanatçıdan küçük de olsa bir türkü dinlemeden gitmiyor. Mustafa Salün Hisarlı Ahmet’in de yaptığı gibi türküleri saçarak çoğaltıyor.

Türkü aralarında sohbete kaldığımız yerden devam ediyoruz. “Gezeği yönlendiren müstesna kişiler, aklı başında, doğru sözlü, taşıdığı heyecanın ruhuna ve rengine bürünmüş birçok konuda deneyim sahibi olmuş, küçük yaşlardan itibaren pek çok gezeklerde bulunmuş ve kendinden önce gezeğe yön tayin eden muhterem insanların sohbetlerine katılmış eğitimli kişilerdi,” diye anlatıyor.

Gezek kültürünün sadece erkekler arasında değil “Kadın Gezeği” olarak da şehirde önemli bir yeri olduğunu söyleyen Mustafa Salün, ayrıca kadın düğünlerine katılan üç isimden söz ediyor. 1940-1965 yılları arasında Tülü Hatça, Selacenin Ayşe ve Alimamın Ayşe’yi düğünleri şenlendiren ve kadın eğlencelerinin kültürel köprüsü olan önemli kültürel figürler olarak anıyor.

Konu müzik olunca haliyle söz Hisarlı Ahmet’e gelip dayanıyor. Şehirdeki bütün sanat erbabı gibi Mustafa Salün’ün de hafızasında bu büyük ustayla ilgili pek çok anı var.

Hisarlı Ahmet, türkü derleme çalışmalarının ve halk müziği araştırmalarının revaçta olduğu radyo günlerinde müzik çevrelerinin Anadolu’daki nadide kaynaklarından biri olarak dikkat çekmiş. Bugün de gerek tavrı, gerekse Kütahya müziğine yaptığı katkılarla şehir kültüründe değerli bir yere sahip. 2009 yılında yapılan Hisarlı Ahmet ve Kütahya Türküleri Sempozyumu’nun açılışında konuşan Prof. Dr. Güner Önce, Hisarlı Ahmet’i tarihin derinliklerinden gelen bir kültürün içinde tanımlıyor ve Frigler döneminde bu coğrafyada müzik yarışmaları yapıldığını, Germiyan Beyi II. Yakup’un çöğür adlı sazın mucidi olduğunu, çok iyi derecede saz çaldığını, bu topraklarda çok sayıda sanatçının yetiştiğini anlatarak,

“Kütahya’da her evde mutlaka bir sanatçı bulunur,” sözünün abartılı bir söylem olmadığı ortada,” diyor.

Mustafa Hisarlı’da babasının bir dönem işlettiği kahveyi anlatırken,

“Tek atlı arabası olan İbra’m kahveye gelir, koltuğunun altından çıkardığı bağlamasını akord ederek babamla çalmaya başlardı. Kulaklarımda hâlâ çınlamalarını duyarım. Anlatılmaz bir ahenk içinde kendinizi gül bahçesinde bülbül sesleri arasında hissederdiniz,” diyor.

 EVLİYA ÇELEBİ EVİ

Şehir merkezinde her türlü kerteriz ve adres ihtiyacını gideren dev vazo dan başka bir de Saat Kulesi bulunuyor. Kule, vazonun doğusunda ve ikisi birbirine oldukça yakın.

O sabah vazonun yanından geçip Saat Kulesi istikametine döndükten sonra Şehir Stadına doğru seyirli bir yürüyüş yaptım. Geniş bulvar bir ara sol tarafta uzanan ağaçlıklı bir parkın yanından geçti, sonra Devlet Hastanesi’ne ulaştı. Tam teşekküllü, oldukça geniş bir alana yayılmış hastanenin önü kalabalıktı.

Hastane köşesinden sağa doğru çıkan yumuşak bayırı tırmanmaya başladım. Çok geçmeden sol taraftaki vadinin tabanında akan gür bir su, havuzlar, çardaklar ve banklarıyla güzel düzenlenmiş bir park çıktı karşıma. Parkın kapısına bakan yamaçta eski evleri andıran bir yapı ile bir türbe duruyordu. Bu ev Evliya Çelebi’nin,

“Saray Camii mezarlığında şairler sultanı Molla Firâkî Efendi, doğum yeri olan amber kokulu toprakta yatmaktadır. Bu hakirin akrabalarındandır. Babam merhumun Kütahya’da olan hanesinde sakin idi. Hâlâ o hane Zereğen Mahallesi’nde tasarrufumuzdadır.

Kapımızın önündeki mezarlıkta yatmakta olanlar tamamen akraba ve yakınlarımızdır,” diye anlattığı yerdeydim.

Evliya Çelebi’nin atalarını ebedi uykusunda ağırlayan bahçeden geçerek eve girdim. Bu bina, Belediye ile birlikte, Evliya Çelebi Kültür Hizmet ve Tarihi Eserleri Onarma Derneği tarafından inşa edilmişti. Dönemin mimarisine uygun şekilde yapılmış, araştırmalar ve anlatılardan yola çıkılarak döşenmişti.

Dernekte musiki, hat, ebru çalışmaları ile Evliya Çelebi araştırmaları sürdürülüyordu.

Dernek Başkanı Mücahit Dinç, olanca zarafetiyle bizi kapıda karşıladı. Yapıyı birlikte gezdik. Üst kattaki uzun sohbetimiz boyunca zaman zaman musiki, zaman zaman Evliya’nın seyahatnamesinden pasajlar, çok sık tasavvuf ehlinin kelamları, doğulu ve batılı seyyahların adap erkân farklılıkları ile birlikte Mücahit Dinç’in derin yorumları birbirini izledi.

Seyahatnamenin girişinde Evliya’nın uzun uzun anlattığı rüya faslı üstüne çalışan Mücahit Dinç, bu hâlin “yakaza” olduğunu söylüyordu. Yakazanın rüyadan farklı bir durum olduğunu, uyku ile uyanıklık arasındaki işlek bilinçlilik haline tekabül ettiğini işaret ederek, bu haldeyken görülenlerin rüyadan farklı olduğunu söylüyordu. Evliya Çelebi’nin yola çıkmasına sebep olan olayları anlattığı o çarpıcı pasajları farklı bir yorumla açıklıyordu.

Evliya Çelebi’nin evinden gün inerken çıktığımızda ardım sıra gelen bir söz hiç aklımdan çıkmıyor.

“Seyyahın hası odur ki etrafına hakiki aşkla bakar. Sadece akılla bakan her şeyden önce keşfetme amacı taşır, aşkla bakan ise algıyı çoğaltmak ve paylaşmak için bakmaktadır.”

Kütahya’dan ayrılmanın vaktiydi.

Özcan Yurdalan

Gazella Turizm Turları

Close