Close
Van

Van

Van Gölü’nün diz çökmüş keyfeden bir ceylan başı gibi uzanmış kuzey doğu ucunu döndük. Erciş’ten sonra ortalık iyice tenhalaşmıştı. Çift yönlü, seyri rahat yeni yol Karahan Köyü’nde ikiye ayrıldı. Sola dönen Doğubeyazit’e, düz devam eden Van’a gidiyordu.

Tam kavşakta güneye dümen tutup Van’a doğru inecekken, “ya kısmet” diyerek arabayı çevirip Doğubeyazıt’a döndük.

Çok değil birkaç kilometre sonra Muradiye’ye vardık. Buraya son gelişim 1976’daki büyük depremin birkaç hafta sonrasına rastlıyordu. Van Gölü’nün sivri burnundaki bu küçük kasaba depremle birlikte tarumar olmuştu. Yardım çalışmaları için oradaydık ve herkes gibi elimizden geleni yapmaya çalışmıştık.

Aradan 36 yıl geçmişti. Depremden sonra iki yamaç arasındaki düzlüğe yeni baştan kurulan Muradiye birbirini dik kesen düz caddeleri, isim koymak yerine numaralarla adlandırılmış sokaklarıyla hayata devam ediyordu. 366. sokaktan girmiş, 154. sokaktan geçmiş, 152. sokaktan şehir girişine bağlanmıştık.

Buradan bir çeyrek kadar Doğubeyazit’e doğru giderek Muradiye Şelalesi’nin kıyısında küçük bir mola verdik.

Bend – Mahi öyle öfkeli akan, yükseklerden çağlayarak dökülen bir dere değildir ama yatağına o kadar sere serpe dağılmıştır ki, karşısına geçip sesini dinlemek de, asma köprüsüne çıkıp şelalesinin seyrine bakmak da güzeldir. Bu su her zaman çevresine neşe verir, hayat katar.

Gel gör ki bu coğrafya sık sık afetlerle gündeme geliyor. Bölgenin kaderi benim de tanık olduğum birkaç deprem, tarih boyunca ardı arkası kesilmeyen savaşlar, işgaller ve yıkımlarla dolu.

Çok değil on ay kadar önce Van ve Erciş’te yaşanan iki büyük deprem büyük kayıplara yol açmış, Türkiye’nin her köşesinden uzanan yardım elleriyle yaralar sarılmaya çalışılmıştı.

Akşam inerken Van Gölü olanca laciverdiyle sağ yanımıza uzandı, yol kıyısında irili ufaklı köylerin tabelaları vardı.

Bir yanda Van Gölü, öte yanda Erçek Gölü arasındaki bu tenha yolda araba sürerken akşamın ufku sarı bir ışıkla aydınlandı. Biraz daha yaklaşınca şehrin üstüne asılmış ince bir bulut gibi duran ışık büyüdü, ufku kapladı. Van, üstünde salınan toz bulutuyla tam karşımızdaydı. Matemin örtüsünü aralamaya çalışan şehir, deprem gününden beri bu beli belirsiz toz bulutundan kurtulamamıştı.

Van’a gelirken aslında tek bir şehri değil, üç ayrı zamanın üç ayrı şehrini anlatmam gerektiğini biliyordum. Hatta üç değil dört şehri. İlki deprem öncesinde ve sonrasındaki Van’dı; ikincisi I. Dünya Savaşı sonrasındaki Van, üçüncüsü dillere destan Kalesi ile birlikte Eski Van’dı. Anlatacağım dördüncü şehir ise elbet Evliya Çelebi’nin gözleri ve kulaklarıyla tanıklık ettiği, kaleminden kâh bal, kâh kan damlatarak anlattığı şehirdi.

Melek Ahmed Paşa’nın maiyetinde Van’a gelen seyyah karşılama merasimini şöyle anlatır:

“Bu hal üzere paşa, karşılamaya çıkan şehir halkına selam vererek 1065 Receb’i (Mayıs 1665) sonunda İskele Kapısı’ndan içeri Van’a girdi. Şehir içinde bulunan esnaf caddeler üzerine halılar ve kilimler serip ve ana yol üzerinde yüzlerce kurbanlar kesildi. Paşa saraya girince Müsellik Arganalı Ahmed Ağa Van divanhanesinde bir sofra kurup öyle büyük bir ziyafet olmuştur ki Sanki Bitlis Hanı ziyafeti idi.

Bütün Van Eyaleti askeri ve bütün Van ileri gelenleri bu büyük nimet ile açlıklarını giderip yemekten ve duadan sonra ‘Padişah divanıdır’ diye dokuzar kat mehterhaneler çalındı.”

Haliyle mehter davulları vurulur ama iş bu kadarla kalmaz. Çükü Osmanlı Osmanlı olalı beri bu Van eyaleti hiç böyle şanlı bir paşa görmemiştir. Evliya Çelebi’nin dilinden,

“Zira bu Van Kalesi Osmanlı eline gireliden beri Van Eyaleti’ne Mutasarrıf olmuş Melek Ahmed Paşa gibi, mühürden (sadrazamlıktan) azledilmiş, iki kere sadaret kaymakamı olmuş ve padişah damadı olmuş bir vezir gelmemiştir,” diye anlatılır.

Mutasarrıf böyle şanlı olunca, karşılama merasimi de Çaybaşı mahallinden seher vaktinin uğurlu saatinde başlamış, neredeyse gün boyu sürecek kadar şevk ve iştiyak ile devam etmektedir.

Van Kalesi ufukta gözükür gözükmez, Öyle davullar vurulmaya başlamıştır ki sol yandaki Akkirpi Dağları her tokmakta titremekte, sağ yandaki Van Deryası ise sekizer kat mehteranın gök gürültüsüne maruz kalıp dalgalanmaktadır. Bu arada Paşa, diğer hanlarla beylerin hediyelerini kabul buyurmakta, tam teçhizat dizilmiş askeri teftiş etmektedir.

Bir ara kalabalıktan, sıcaktan ve âlâyı vâladan bunalan Paşa el etek öpmek için etrafını saranlara,

“Selam alanlar ileri gitsin,” diye buyurunca kalabalık Van’a doğru ilerler. Lakin o sırada kaleden,

“bir yaylım tüfeng ve bir yaylım top atıp üçer kere tüfeng ve top şenlikleri olup Van Kalesi semender kuşu gibi ateşler içinde kalıp karpuz kadar gülleleri Van Deryâsı üzere sekip giderdi. Paşa bu hali görüp barut gibi tutuşup…”

Evliya Çelebi’nin deyişine göre haliyle öfkelenmiş Melek Ahmed Paşa. Kara barut ziyan oluyor, gülleler israf ediliyor diye kale dizdarına,

“atmasın,” talimatı yollamış fakat ne fayda…

İşte bu karşılama ile eteklenen Melek Ahmed Paşa ve haliye Evliya Çelebi, İskele Kapısı’ndan şehre girmişler. Sokaklara serilen halılar, kilimler üstünden geçerek ziyafet sofrasına oturmuşlar. Seyahatnamesinde Bitlis’le birlikte Van’a oldukça geniş yer ayıran Evliya belli ki bu karşılaşmadan bir hayli etkilenmiş.

Biz de Yüzüncü Yıl Üniversitesi sapağından geçerek deniz kıyısından hiç ayrılmadan İskele’ye gelmiştik. Tatvan’dan kalkan feribot, karnındaki tren vagonlarıyla birlikte iskeleye yanaşmıştı; ağır bir manevrayla yönünü doğrultan lokomotif ise vagonları çekip çıkarmak için gemiye doğru gitmekteydi.

Buradan İskele Caddesi’ni izleyerek boydan boya şehri geçer, tam Cumhuriyet Caddesi kavşağındaki Valilik Binası’na kadar gidebilirdik. İskele Caddesi ile Cumhuriyet Caddesi’nin kesiştiği meydan şehrin merkeziydi. Gideceğimiz yer de orasıydı, fakat biz karşıdaki ara sokağı tercih ettik. Toprak bir yola çıkmıştık.

Evliya Çelebi’nin de şehre girdiği yere, İskele Kapısı’na doğru, Eski Van şehrine yöneldik. Sokak bizi götürüp Evliya Çelebi’nin gördüğü şehirden arta kalmış birkaç hatıradan birinin yanına bıraktı: Horhor Bahçelerine.

Çok eskilere tarihlenen Van minyatürlerinde iç kale ve şehir surları, önemli cami ve kiliselerle birlikte bu bahçeler de mutlaka gösteriliyor. Horhor bahçeleri ne hikmetse İskele Kapısı’nın yanı başındaki aynı yerinde ve neredeyse aynı biçimde duruyor.

Şehrin kerpiçten ve taştan yapılmış binaları tamamen tahrip olmuş; iki sıra surla çevrili eski Van’dan geriye kırık dökük duvar parçalarıyla birkaç cami ve kilise kalıntısı kalmış ama Horhor Bahçeleri yerli yerinde.

Evliya Çelebi gibi uğurlu bir vakitte şehre gelemediğimiz için akşamın darında bahçe gezintisi yapacak halimiz yoktu. Arabayı çevirip Kale’nin kuzey yamacını izleyerek hemen eteklerindeki çok geniş bir alana yayılan Kültürpark’ın yanından geçtik; İpek Yolu Caddesini keserek şehir merkezine bağlandık.

Şehrin çeşitli yerlerine çadırkentler, prefabrik yerleşimler kurulmuştu. Yapı enkazlarından bir kısmı duruyordu, depremzedelere yeni konut yapılması için faaliyet sürmekteydi.

Depremden önceki seferlerde konakladığımız otel yıkılmış, gazetecilerle birlikte yardım çalışanlarına mezar olmuştu. Şehirde sayıları zaten az olan otellerden çoğu hasar görmüştü; kalanlardaki konaklama fiyatları da el yakmaya başlamıştı, biz arkadaşlarımıza misafir olmayı tercih ettik.

SAVAT

Van büyük bir şehir, geniş bir alana yayılmış. Tarihin derinliklerine inen bir geçmişi var; her dönemde kritik işlevler yüklenmiş bir konuma sahip ve her yıkımın ardından kendi küllerinden doğmayı becerebilmiş. Gel gör ki şehrin hatırları da, hafızası da bir hayli dağılmış durumda.

2011 yılının Ekim Kasım aylarında yaşadığı depremi tez zamanda atlatıp kendi yolunda tarihini yazmaya devam edecek hiç şüphesiz. Van gibi şehirler varlıklarını güncel koşullara, değişim süreçlerine, sınırlara ve siyasetlere pek fazla bağlı kalmadan sürdürüyorlar.

Dünyanın bütün kadim ketleri gibi Van’da tarih ötesi bir konuma sahip, daha doğrusu kendi tarihi içinde değişim gösteren özel bir atmosferi var. Mesela Urartulardan kalan hatıralar savat işçiliğiyle birlikte yeniden uyanmaya başlamış. Bir ustanın ellerinde gerinirken, bir şairin, Cemal Süreya’nın mısralarında kanatlanıp uçuyor:

“Kış bitecek birazdan, kışa geç kalma

Böyle diyordu savat ustası Hasan

gelirken az tütün getir.”

“Savat” denilen teknik, gümüş üstüne özel karışımlarla siyah nakışlar düşürme marifetinin adı, gayet ince bir hüner. Bu hüner nasıl ki Urartu ustalarından Bizans’ın ustalarına, onlardan Osmanlı’nın Ermeni ustalarına geçtiyse şimdi de Vanlı birkaç ustanın elinde yaşıyor. Ustalar, hem kendileri savatlı gümüş işliyor hem de açılan kurslarda gençlere sanat öğretiyorlar.

Van Osmanlı devrinde gümüşe “has” damgası basma ruhsatı olan birkaç şehirden biriymiş. 1915’e kadar çalışan 120 atölyede sadece kadınlar için takı ve kemer değil erkekler için de tütün tabakası, hançer kını, at koşumu, tabanca kabzası işlenirmiş. Memleketin dört yanına gönderilen Van savatları pek rağbet görür, ancak nere işi olduğu hemen anlaşıldığı halde hangi ustanın tezgahından çıktığı bilinmezmiş. Çünkü dönemin sanatkarları,

“Yaptırana şükür,” diye hamd ederek işledikleri gümüşün üstüne mühürlerini basmaz, kendilerini sanatlarının gölgesinde tutmayı tercih ederlermiş.

Günümüzde Binici kardeşlerin ellerinde yeniden uyanan savat sanatı için Erdal Binici,

“Özellikle kente özgü motifler ile Urartulardan günümüze kadar gelen geleneksel motifleri gümüşe uyguluyoruz. Yaptığımız savatlı gümüşler arasında Urartu Savaş Tanrısı Haldi de var, Van’ın ters lalesi de,” diyor.

 CUMHURİYET CADDESİ

Bahadır Yurt Camiinden başlayarak Adliye Meydanı’na kadar şehri boydan boya geçen Cumhuriyet Caddesi’nin Kazım Karabekir Bulvarı ile kesiştiği meydandan itibaren alışveriş, gezinme, eğlence ve dinlenme mekânları başlıyor. Caddede yerel mutfakla birlikte lezzetli mönüler sunan lokantalar, kafeler, barlar, çay bahçeleri, kitabevleri, banka şubeleri bulunuyor. Aralarında dünya markalarının da bulunduğu büyük giyim mağazalarının Van şubeleri de bu cadde üstüne açılmış.

Cumhuriyet Caddesi’nde birkaç yıldır paravanlarla çevrilmiş vaziyette duran ve Vanlıların bu paravanlardaki deliklerden merakla inşaat sürecini izlediği derin çukurdaki faaliyet hızlanmış. Şehre bir büyük alışveriş merkezi yapılıyor.

Bu inşaatın tam karşısında Sanat Sokağı uzanıyor. Van ile birlikte pek çok kentte “sanat sokağı” deyince yayalara açılmış, gençler için seçenekler sunan, kitapçıların toplandığı, kafelerin çay bahçelerinin bir araya geldiği, lüks mağazalar bulunan sokak anlaşılıyor. Bazılarında sanat galerileri ile kültür merkezi ya da sinema da bulunuyor.

Van’daki Sanat Sokağı günün her saatinde hareketli bir yer. Gençleri çekiyor, buluşma ve sohbet mekânlarıyla birlikte Van’daki hayata renk katıyor. Biraz ilerdeki Fekiye Teyran Parkı ise genellikle yaşlı Vanlıların sevdikleri, otobüs durağına da, ana caddeye de yakın konumuyla kolayca gidip geldikleri bir yer. Parkta zaman zaman sergiler açılıyor, gösteriler yapılıyor. Orada olduğumuz günlerde depremden sonra Vanlı çocuklarla yapılan fotoğraf çalışmasının sergisi vardı. Çocuklar fotoğraf çekmeyi öğrenmiş, kendi yaşantılarını anlatmışlardı. Sergi panolarının başında her zaman fotoğrafları ilgiyle izleyen Vanlılar görüyordum.

Cumhuriyet Caddesi üstünde, Van kültüründe önemli bir yeri olan, şehre gelen her araştırmacının, yazarın, tarihçinin kapısını çalmadan geçmediği bir yer, bir kişi var. Yalçın Kitapçı ve “Kitapçı Kırtasiye”. Burası büyük bir mağaza. Ön kapısı ana caddeye, arka kapısı parka açılıyor.

Emektar gazeteci Yalçın Kitapçı ile randevumuza biraz erken gelmiştim, bekliyordum. Raflarda fazla kitap yoktu ancak oldukça zengin kırtasiye çeşidi bulunuyordu. Yalçın Kitapçı şehrin yakın geçmişinin tanıklarından biri, önde geleni. Gazetecilik ve yayıncılık yaptığı yıllar boyunca şehrin bellek kaydını tutmuş, değişim sürecinde rol oynamış. Zarafeti ve derin bilgisiyle Van’ın değerlerinden biri kabul ediliyor. Gazetecilik yaptığı yıllarda Ahtamar Kilisesi’nin yıkımdan kurtarılması için Yaşar Kemal ile verdikleri uğraş bugün de hatırlanıyor.

Şehrin iç dünyasında şair İbrahim Sunkur’un da önemli bir yeri var. Yeni yayınlanan Sorgul adlı şiir kitabının yanı sıra gazete ve dergilerde yazdıklarıyla da düşüncelerini paylaşıyor. Ofisinde konuşurken çay içiyoruz. “Yeni bir dünya kuruluyor,” diyor İbrahim Sunkur, “Çağdaş olarak adlandırılan, herkesin herkese saygı göstermesi, başkalarının görüşlerine tahammül etmeyi öğrenmesi gereken bir dünya. İletişim araçlarının bu kadar yaygınlaştığı, her şeyin herkes tarafından en kısa süre içinde bilinir hale geldiği bir ortamda birbirimize tahammül etmeyi öğrenemezsek rahat ve huzur içinde yaşama şansımız azalır,” diye anlatıyor.

 KAHVALTI – PEYNİR

Cumhuriyet Caddesi’ne açılan sokaklardan birine girince Van’ın meşhur kahvaltıcıları başlıyor. Bir sokağı tümüyle kapatmış, masalarını yol boyu dizerek servise hazır etmişler. Günün her saatinde kırk çeşit Van kahvaltısının başına oturup demli çay eşliğinde karın doyurmak mümkün. Gerçi sadece burada değil, Van’da adım başı karşıma çıkan irili ufaklı çayhanelerin hepsi bir anda kahvaltı salonu haline gelebiliyor. Yeter ki siz isteyin. Bir çırpıda masaya serilen gazete kağıdının üstüne lavaş ve pide başta olmak üzere yumurtalı kavurmadan kavuta kadar Van kahvaltısı hazırlanıveriyor. Tabii ki birkaç çeşit otlu peynir ile en hasından Van balı da sofradan eksik olmuyor.

Van peynirinin her çeşidi, kahvaltıcıların karşı tarafına düşen büyük Peynirciler Çarşısı’nda satılıyor. Burası meraklısı için bir cennet. Erbabının bildiği gibi bu peynirler, içlerindeki farklı otlar sayesinde değişik rayihalar ve lezzetler kazanıyor.

Otlu peynir ilkbaharda hem sütün hem de otun bol olduğu mevsimde yapılıyor. Üretimde yüzlerce yıldır aynı yöntemler uygulanıyor. Süt soğuk ya da ılıkken mayalanıyor, birkaç saat içinde ham peynir haline geliyor. Pıhtı halindeki sulu peynir bir bez torbanın içine kat kat alınıyor. Her katın arasına ot serpilerek üst üste diziliyor. Ağzı bağlanan torba bir ağırlık altında tüm suyu süzülene kadar beş altı saat bekletiliyor. Daha sonra çıkarılıp kesilerek tuzlanıyor ya da salamuraya yatırılıyor.

Peynir yapımında “heliz”, “mendo”, “kekik” ya da “sirmo” otu kullanılıyor. Bir tür yabani sarımsak olan sirmo ile yapılan peynirler çok seviliyor. Ancak doğada kendi halinde yetişen bu otlar giderek azaldığı için acilen tedbir alınması gerektiği belirtiliyor. Bir kısmı sadece Van yöresinde yetişen otların koruma altına alınması için girişimler sürüyor.

KALE

Cumhuriyet Caddesi, Valilik ile Adliye’nin bulunduğu meydanda Sıhke Caddesi ile kesişiyor. Doğuya yönelen cadde şehrin sonundaki Toprak Tepe’ye çıkıyor. Batıya yönelerek Deryâ’ya inen iki caddeden biri İskele’de, diğeri ise Eski Van’da, Kale’de bitiyor. Sihke Caddesi şehrin eski yollarından biri.

Hiç dönüp sapmadan dümdüz giderek Kale’nin doğu burnuna vardım. Yol bitti. Efsanevi Van Kalesi karşımdaydı.

Ortaçağ gezginlerinin gravürlerinde başı göklerde çizilmiş, sarp bir kayanın üstüne konmuş kartal misali ürkütücü duruşuyla görenin aklını başından almıştı. Ressamları efsunlayan o heybetli görünümünden bugüne pek bir şey kalmamıştı. Hayli yorgun, hatta fazlasıyla hoyratlığa maruz kaldığı için oldukça bezgin görünüyordu. Dökülmüş surları, yıkık kuleleriyle geçmişin anılarını güçlükle taşıyabiliyordu. Deryadan karaya doğru ince uzun bir kütle halinde uzanan güçlü bir kaya kütlesinin üstüne kurulmuştu. Evliya Çelebi bu kayayı anlatırken,

“Azerbaycan toprağında, Ermen diyarında güneyi, batısı ve kuzeyi Van Deryâsı, kıblesi doğusu ve yıldız tarafı İrem Bağları gibi büyük sahranın ortasında yükünü yükleyip çökmüş bir deve gibi arkası gökyüzüne çıkmış türlü türlü mavi, kızıl ve bukalemun nakşı ibret verici kayadır.

İki tarafında deve yükü gibi karnı geniş altı Bîsütun Dağı gibi boş kayalardır ki kıble tarafındaki kayaları altında aşağı şehri çevresinde başka alçak hisar varoşudur, ama kuzey tarafındaki altı boş kaya ki Timur’un toprak sürdüğü yerde şehir yoktur.

Bir tarafı sazlık bataklıktır. Batı tarafı Timur toprağıdır, daha ilerisi ovadır. Bu kaya çökmüş deve gibi olduğundan başı doğu tarafa bakar Kesikkaya adıyla bilinir, deveboynu da derler. Gerçekten deve boynu gibi eğri kayadır,” diyordu

İşte bu kayanın üstü tarihi Van Kalesiydi. Kalenin görüntüsü Evliya Çelebi gibi o dönemde buralardan gelip geçen diğer seyyahları da derinden etkilemişti belli ki.

Seyyahların yazdıklarından esinlenerek ya da kendi gözlemlerinden hareketle kaleyi resmeden gravürcüler kayayı ve kaleyi yeniden yaratmışlardı. Bir tarafına Van Denizi’ni almış, su ile toprağın birleştiği yerde birdenbire yükseliveren kayalar her görenin hayal gücünü de uyandırıyordu anlaşılan. Van Kalesinin o dönemlerdeki gücü bu metinlerde ve resimlerde yansıtıldığı gibiyi. Erişilemez, fethedilemez, kuşatılamaz…

Rivayete göre Timur Kale’yi kuşattığında başına erişebilmek için bir yakasına dağlar kadar toprak yığmaktan başka çare bulamamış. Bu toprağı sonradan Melek Ahmed Paşa Evliya Çelebi ile Van’a geldiğinde cümle kavimlerden, aşiretlerden topladığı adamlarla birlikte Göle döküp temizlemiş. Bugün kayanın çevresi gibi orası da düzlük.

Çelebi Kale’yi anlatırken, “güneyi, batısı ve kuzeyi Van Deryâsıdır,” diyor ancak bugün Derya batı tarafında kalmış ve hayli uzağa çekilmiş.

ÇIKIŞ

Çökmüş oturan devenin kuyruk tarafında geçtim. Kalenin girişi oradan verilmişti, eskiden olduğu gibi, İskele Kapısı tarafından. Girişin karşısındaki geniş otoparka birkaç turist otobüsü park etmişti. Bilet gişesinin arkasındaki geniş arazide, hediyelik eşya satan dükkanlar, bir çay bahçesi ile tarihi Van mimarisini canlandıran bir yapı vardı. Şemsiyeli çay bahçesi Kale’nin eteklerine doğru yayılıyordu.

Çayırlığın içinde nereden gelip nereye gittiği belli olmayan bir küçük çay akıyor, üstündeki ahşap köprüden geçilerek Kale’ye tırmanan bayırın başına varılıyordu. Buradaki Madır Burcu’nun temelleri hâlâ duruyordu. Burçla birlikte Kale Kanuni Sultan Süleyman zamanında 1495-1566 yıllarında neredeyse yeniden yapılmıştı.

Kaleye çıkmak için sabır isteyen bir yokuşa sarmıştık, hem sabır hem kararlılık istiyordu. Çünkü aşağıdan bakınca göründüğü gibi değildi.

“Nasıl olsa çıkarım, bir an önce Göl ile Ova’nın seyrine bakarım,” diye temkini elden bırakıp düzyol yürüyüşü tutturanlar daha Süleyman Camii hizasına gelmeden nefessiz kalıp kesiliyordu.

Vank Camii’de denilen bu yapıyı Evliya Çelebi şöyle anlatıyordu:

“Ta Hazret-i Davud asrında yapılmış eski bir mabettir. Daha sonra Hazreti Ebubekir elçilik ile geldiğinde mescit oldu. Daha yüzlerce devletlerde cami olup en son 940 (1533-34) tarihinde Süleyman Han tamir edip genişletince Süleyman Han camii olmuştur.”

“Ve bu iç kalede ancak bir Sultan Süleyman camii var ki Hazret’i Davud devrinde Melik Câlût’ın yaptığı yerdir ki her devlette mabedhaneden başka bir şey olmamıştır. Kilise iken Ermeniler ona Vank derlerdi.”

Bu Camiin yanına gidip seyrine bakmak güzel ancak Evliya Çelebi’nin övgüsünü dinlemeden nasıl bir yapı olduğunu hayal edebilmek bugün için mümkün değil. Bakalım:

“Hâlâ Süleyman han Camii’dir ki minaresi zelzeleden yıkılmıştı, Yeniçeri Ağası Ömer Ağa adındaki zat, Muhammedî minare yaptırdı. Kubbesi ve diğer sarayların damları, çatıları ta kuşluk vakti olunca bu imaretler mavi bulutlar içinde görünmez.

“Bu kadar yükselmek yeter biraz da inip mağara görelim” diyenler için bu Kale’nin insana iki adımda yüzlerce yıl öncesine götürdüğünü belirtmem gerekir. Malum Urartular döneminde kalede kalabalık bir şehir hayatı yaşanıyormuş. Madır Burcu’nun oralarda kayalara işlenmiş nakış gibi bir yazıyla Urartu Kralı Sardur’un kitabesi hâlâ duruyor. Van Kalesi’nde bundan başka on kadar çivi yazılı kitabe bulunuyor. Bugün bu yazıları okuyabilen sadece birkaç kişi var. Bunlardan biri Mehmet Kuşman. Ören yerlerinde bekçilik ederken merak sarıp çivi yazısını sökmüş, üstüne üstlük Urartuca konuşmayı da öğrenmiş. Şimdi hocalarla birlikte o da buluntular üstüne konuşabiliyor. Ancak günlerini daha çok Van yakınlarındaki Çavuştepe ören yerindeki tek gözlü kulübesinde geçiriyor. Taşların üstüne Urartuca metinler aktarıp, tılsımlar çizerek hediyelik eşya yapıyor. Van gibi eski bir Urartu yerleşimi olan Çavuştepe höyüğü Mehmet ustanın evi olmuş. Giden geleni eksik değil. Hele yaz aylarında kulübesinin önündeki sundurma her daim serin, çayı her zaman demli.

MAĞARALAR VE İSKENDER’İN OYUNU

Hazır buraya kadar gelmişken Van kayasının ihtişamına yakışan mağaralardan da söz etmek gerekir. Ne yazık ki Evliya Çelebi’nin anlattıklarından pek azını görebiliyoruz.

“Tanrı’nın hikmeti onlara bütün sert taşlı dağlar büyülenmiş ki Van kayalarını peynir gibi oyup mağaralar etmişlerdir. Ki her mağaraya bin adet camapur askeri girse kaybolur. Oda oda, bölüm bölüm divanhaneler var ki onlarda olan hendese üzere eşikleri burgu burgu pervazlı ve küçük küçük taşlardan oyma dolap, gilvi, medene (bir mimari süsleme) ve raf sergenler (büyük dolaplar) var ki şimdiki asrın üstadları ona bir keski vurmada âcizlerdir.”

Evliya Çelebi Kale kayasının biçimi kadar kayalara oyulmuş mağaralarla da yakından ilgilenir. 600 mağara bulunduğunu, bunlardan bazılarının üç katlı olduğunu anlatır ki özellikle içlerinden ikisi ilgilenilmeyecek gibi değil. Biri ip imalathanesi olarak işleyen bir mağara. Tamam o dönemde mağarada ip yapmanın özel bir önemi yok ancak burası öyle bir imalathane ki ipek ibrişim sicimden top urganına kadar her tür ip yapılıyor.

Diğer mağara ise bugün de endüstriyel üretimde, boya yapımında kullanılan neft deposu.

“Hatta Allah’ın emriyle bir mağarada neft yağı madeni vardır ki kayadan akıp büyük bir havuzun içine toplanır, o büyük havuz dolduğunda mîrî tarafından Van defterdarı tüccarlara satar, tam bir seyirliktir. Ama bu mağara da gece gündüz kapalı durur. Hatta bu mağaranın bir tarafında öbek öbek temiz toprak yığılmış durur. Allah saklasın bu nefte bir ateş isabet etse üzerine bu toprağı döküp söndürürler,” böyle bir mağara işte.

Van Kalesi’ndeki bu mağaraları değil ama daha küçük birkaçını gördüm. Kale’deki yaşamın barış zamanında sürmesi savaş durumunda savunmanın güçlendirilmesi için önemli olmuşlardı. Tersi de yaşanmıştı, mağaraları yüzünden Kale bir hileye kurban gitmiş, İskender tarafından fethedilmişti.

Doğu seferi sırasında Bitlis’ten sonra Van’a gelen İskender bakar ki kuşatması müşkül, fethi zor bir Kale ile karşı karşıyadır, hemen bir plan kurup oyun etmeye karar verir. Kaleye haber göndererek onlarla bir alıp vereceği olmadığını, Hindistan’da bitecek uzun bir sefere çıktığını, yanındaki ağırlıkların bir kısmını, bu muhkem kaleye emanet ederek dönüşte almak istediğini söyler. Mağaralar muhafaza için gayet elverişlidir. Kalenin yöneticileri bu teklif kabul ederek emanetleri teslim almak üzere üç kat kapıları açarlar.

Bunun üzerine İskender “Truva Atı”ndan bildiğimiz hilenin benzerini sahneler. 300 sandığın her birinin içine üçer adam yatırıp, birer adama bunları taşıtarak kaleye girer. Son sandık da gelince açılan kapaklardan hamle eden 1200 silahlı adam “ejderha mağarasından çıkar gibi çıkıp” kale muhafızlarını kılıçtan geçiriverir.

 KALEYE ÇIKIŞ

İskele Kapısı’ndan itibaren girdiğimiz bayır Urartulardan beri kullanılan yoldu. Bir yanına duvar örülerek gelip geçenler korumaya alınmıştı. Çoktan yıkılmış duvarların temellerini izleyerek kâh taş döşeme yolda, kâh düzeltilmiş yerli kaya üstünde yürüyorum. Evliya’nın,

“Evvela aşağıdan bu kaleye çıkarken yokuş yukarı doğu tarafa doğru 3.000 adımda gücile yedi kule geçip iç kale kapısına varılır ki batı tarafa bakan üç kat demir kapılardır. Sanki Şirvan diyarında İskender’in yapısı Demirkapı’dır,” dediği yere vardım.

  1. yüzyıl seyyahları ise Kale kapısını anlatırken,

“Kale’nin yolu büyük demir çivilerle sağlamlaştırılmış ahşap bir kapıyla örtülen girişe ulaşmaktadır,” diyorlar.

Bugün kapının ne ahşabından ne demirinden ne de demir kabaralarından iz var. Sadece basık ve sivri kemeri olduğu gibi duruyor. Urartulardan bu yana ana girişi tutan bu kapı, Kale’deki her şey tarumar olmasına rağmen yerini terk edip gitmeye niyetli görünmüyor. Hâlâ vazife başında. Bir vakitler giren çıkanı kontrol eden Kale muhafızlarının odası ile hemen kapı üstündeki burç güvenliği güçlendiriyor.

Kale’nin çıkışı küçük molalarla sürse bile her duraklama güzel manzaralar seyretmek için fırsat yaratıyor. Bir solukta devenin başına sıçrayarak en yükseğe ulaşıp etrafı oradan kolaçan edeyim diye tez canlılık göstermek pek doğru olmaz. Çünkü bu Kaleyle birlikte Van Şehri’ni, konumunu, etkisini, önemini anlamak için daha usul hareket etmek, asıl enginliklere açılan doğu ve kuzey yamacından bakmak için acele etmemek gerekiyor.

Aslında uzaktan görüldüğü gibi bir çırpıda gezilecek kadar küçük bir alan değil Van Kalesi. Evliya Çelebi,

“Ama iç kale kayasıyla beraber hesap olunursa tam 11.000 hatve-i fetadır, yani yiğit adımlamasıdır. Bitkin, dermansız, ehl-i keyf tiryakî adımıyla 15.000 adım bile olur.”

Benimki elbette ehl-i keyf tiryakî adımından da gevşekti. Haliyle en yüksek kesime varana kadar adımlarımın sayısı 15 bini ikiye katlayacak gibi görünüyordu…

Arkeolojik ve tarihi değerler bakımından bu son derece önemli Kale hakkında çalışmalar yapan Sinan Kılıç ve Yalçın Karaca,

“Yüksek olması nedeniyle Urartu dönemi saray yapılarının da burada olduğunu düşünülmektedir. Değişik plan ve büyüklükteki yapılardan toprak altındaki tonoz örtülü depoların dışındakiler tamamen yıkık vaziyettedir. Söz konusu depoların da tonoz ve duvarları defineciler tarafından tahrip edilmektedir,” diyorlar.

Nihayet Kale’nin doğu ucundaki en yüksek kesimine vardım. Van şehri karşımda göz alabildiğine uzanıyor, neredeyse Erek Dağı eteklerine varıyordu. Şehrin güney kanadı ise Edremit’e ulaşmıştı

 KEHRİZ

Kalenin en ucuna kadar gittim. Şehre bakıyorum. Düz ovada bunca sık yerleşimin altında Van’ın bir başka hazinesi daha yatmaktaydı ki onu ne görmeye göz ne de anlatmaya dil yeterdi. Gözün yetmemesi olağan. Çünkü yakın döneme kadar Van’da mükemmel çalışan “kehriz”ler, yeraltına döşenmiş su kanallarının adı.

Yine Sinan Kılıç ve Yalçın Karaca’ya kulak verirsek,

“Zamanında Van’ın su gereksinimini gidermek için çevredeki tatlı su pınarları kehrizlerle yerleşme içine yönlendirilmiştir. Kehrizlerin geçtiği güzergahlardaki bağ ve bahçeler de bu yolla sulanmıştır. Günümüzde yoğun yapılaşma nedeniyle hemen hepsi tahrip olan bu tarihsel su kanalları çeşitli araştırmalara konu olmuştur. Bugün onarılacak durumdaki birkaç kehriz için Van Belediyesi kurtarma ve onarım çalışmaları başlatmıştır,” diyorlar.

Bu sulama sistemlerinin gerek inşası, gerek bakım ve onarımı oldukça karmaşık teknik bilgi ve deneyim gerektiriyor. Araştırmacılar kehrizlerin 1950’li yıllara kadar kullanıldığını, “çeşt” denilen su hissesi “kenkan” denilen kehriz ustaları, “çırpaç” denilen paylaştırma görevlileriyle birlikte önemli bir iş kolu oluğunu anlatıyor. Şehirde hâlâ Reşit Kaya, İbrahim Meltem ve Eşref Tuci gibi namlı kenkanların adı anılıyor.

Van Kalesi’nin en ucuna dikilmiş, Erek Dağı’nın eteklerinden aşağı doğru inerek Ova’ya kadar yer altından kehriz açan ustaların marifetlerini düşünürken suyun hemen Kale’nin kuzey yamacındaki Eski Van’a değil de neden yeni yerleşime geldiğini merak ettim. Kale’nin dibindeki Eski Van, suyunu kayalara oyulmuş devasa sarnıçtan alıyordu muhtemelen. Kehrizler ise daha yakın dönemde açılmıştı. Bu konuda Sinan Kılıç ve Yalçın Karaca’nın görüşleri ise şöyleydi:

“1915 olayları sırasında tamamen yıkılan Van daha sonra bugünkü yerine yeniden inşa edilmiştir. Ancak bugünkü Ova’nın yer aldığı Van’ın bağlık ve bahçelik olduğu da unutulmamalıdır. Dolayısıyla bu kehrizler bağların ve bahçelerdeki konakların su gereksinimini karşılamak için en azından Ortaçağ’dan itibaren inşa edilmeye başlamış olmalıdır. Zaten kehrizlerin çoğunun kişi adı taşıması bu varsayımı güçlendirmektedir,” diyorlar.

Evliya Çelebi’de mevzuya dahil olarak, bağların sulama sistemlerinde, “mirâb” tarafından tutulan su kayıtlarından söz ediyor:

”Van Kalesi’nin kıblesi tarafında hendek aşırı mezarlığı geçince genişlik ve derinlikte tâ Edremit kentine kadar Van Ovası bağ, bahçe, ve hıyâban gülistandır ki hâkim-i bagavât-ı mîrâb defteriyle 26.000 bağdır ki mîrâb (su işlerine bakan vazifeli, su ağası) su saldığı için öşür verirler.”

Araştırmacılar, Türkiye’nin başka yerlerinde bu sulama sisteminin bilinmediğinden söz ederek Afganistan ve Çin’deki uygulamalardan örnek veriyorlar ve kehrizlerin doğu kentlerinden kopya edildiğini anlatıyorlar. Doğrudur. Benim bildiğim iki açık adres daha var. Biri İran’da Yezd şehri, diğeri ise Fas’ta Atlas Dağları eteklerindeki çöl yerleşimi Kasbahlar.

Yezd’de hâlâ işleyecek durumda olan sulama kanallarının adı “Khanat”. Şehrin su ihtiyacı yüzlerce yıl boyunca “khanat” larla dağlardan getirilen suları, “abanbar” denilen sarnıçlarda toplayarak “badgir”ler aracılığıyla soğuttuktan sonra şehre dağıtan sistemle karşılanmış.

Bu sistem hakkında İran’da derinlemesine araştırmalar yapılmış. Yezd içinde bir “su müzesi” kurulmuş; fotoğraflar, maketler, alet edevatla birlikte sistemin nasıl işlediğine dair son derece ayrıntılı bilgi ve belgeler izleyicilere sunulmuş. Yezd, dünyanın yaşayan en eski kentlerinden biri. UNESCO korumasına alınmış.

Fas’ta ise halen görülebilen bu sulama sistemlerinin adı “Khettera”. Bedeviler ile Tuvaregler yamaçlara doğru yükselen çölün ortasında halen duran khetteraları gelen geçene göstererek işleyişini anlatıyor.

Bu sulama tekniği, Akdeniz’in en uzak batı ucundan Anadolu coğrafyasının doğusuna, oradan Pakistan Afganistan’a yakın bir çöl yerleşimi olan Yezd’e kadar giden önemli bir su uygarlığının parçası. Üç yerde de adlarının benzer olması, Kehriz, Khanat ve Khettera diye adlandırılmalarının sırrı ise etimologların meselesi olsa gerek.

Van’daki kehriz güzergahlarını gösteren Sinan Kılıç’ın hazırladığı haritayı elime alıp şimdi durduğum Van Kalesi doğu ucundan şehre bakınca, birbirine dolaşmış ibrişim sicimi gibi Ova’nın altını saran kehriz ağını gözümde canlandırabiliyorum.

Tam da Evliya Çelebi’nin,

“Bu taraftan aşağı şehre bakmaya insan tahammül edemeyip ödü patlar, Allah saklasın,” dediği yerdeyim.

Yükseklerle başım hoş olmadığı gibi, Göle doğru uzanmış Eski Van şehrinin yıkıntı bile denemeyecek bu hali öd patlatmasa bile yürek kaldırıyor. Bir vakitler durumu daha da içler acısıydı, son yıllarda ayağa kaldırılan camilerle birlikte az da olsa hayatiyet kazanır gibi oldu. Şehri iç içe iki güçlü duvar halinde kuşatan sur kalıntılarını izleyerek nerelere uzandığını kestirebilmek mümkün.

Eski Van’ın dört kapısından biri Göl yakasındaki İskele Kapı, diğeri Ova yakasındaki Tebriz Kapı. Yeni Kapı ile Orta Kapı ise güneye açılıyor. Şehrin sırtını dayadığı iç Kale’nin kayalıklarından aşağı inen muhtemelen birkaç bağlantı daha bulunuyor ancak onlar günlük kullanım için olmasa gerek.

 ESKİ VAN

Eski Van’a Orta Kapı’dan girdim. Hemen solumda Hüsrev Paşa Camii vardı ki şehrin ilk yöneticilerinden olan Paşa’nın Van Gölü çevresine yaptırdığı eserlerin en güzellerinden biriydi. Medresesi, imareti, hanı, hamamı ve Paşa’nın türbesiyle birlikte bir büyük külliye oluşturuyordu. Külliye Mimar Sinan’ın eseriydi. İki renk taşla yol yol örülmüş duvarları güzel görünüyordu ancak Cami içinde pek de öyle dikkat çekici bir işleme kalmamıştı. Evliya Çelebi,

“Süleyman Han vezirlerinden Koca Hüsrev Paşa’dır ki Bitlis şehri içinde bedesteni, kârgir yapı çarşıyı ve Rahova Ovası’ndaki hanı yapan Rüstem Paşa’nın camiidir ki Van hakimi iken bu camii yapmıştır,”

……….

“Ve bir İstanbul tarzı uzun minâresi vardır. Avlusunun çevresi tamamen medrese odalarıdır. Bu nur dolu camii, Ortakapı’nın iç yüzünde paşa sarayı yakınında olduğundan her Cuma paşalar bu camide ibadet ederler,” dediğine göre bir dönem şehrin en önemli mescidi burasıydı.

Ulu Cami ise biçare bir kalıntı halinde duruyordu ancak eski fotoğrafları ve çizimlerine bakınca tam bir şaheser olduğu anlaşılıyordu. Evliya Çelebi’de işleme ve sanatlarından etkilenmiş olmalı ki camiyi şöyle övüyordu:

“Azerbaycan şahlarından Akçakoyunlu Şah Cihan’ın yapısıdır ve bundan büyük cami yoktur. Kıble kapısından mihraba kadar uzunluğu ve genişliği orta ayak ile (……..) ayaktır.

Cami içinde hepsi yapma direkler üzerine kondurulmuş yüksek kubbesi göklere boy uzatmıştır. Geçmişin usta mühendisi var gücünü sarf edip türlü türlü işlemeler ve renk renk mermerlerle sanatlar göstermiştir.”

Araştırmacılar Tebriz kapısına yakın duran Ulu Cami’yi Selçuklu döneminde Ahlatşahlardan I. Sökmen ya da II. Sökmen devrine tarihlerken Evliya Çelebi’nin Akkoyunlu Şah Cihan’ı işaret etmesi farklı iki görüş ortaya koyuyor.

Akkoyunlu Şahı Cihan’ın Tebriz’de yaptırdığı Göğ Mescit’i biliyorum, Yenilerde tamamlanan restorasyonuyla ortaya çıkan taç kapısı ile Eski Van Ulu Camii’nin G. Schneider kaynaklı tümleme çizimindeki taç kapısı ve 1913 tarihli fotoğraftaki taç kapısı yan yana konsa hayli yakın akrabalıklar kurulacağını düşünüyorum.

Şehir içinde harabe halindeki Kaya Çelebi Camii, Kızıl Minare Camii, Sinaniye Camii’de kalıntılarıyla seçiliyor.

Eski Van şehrinde ayrıca Surp Paulos ve Petros (çifte) Kilisesi, Surp Sahak Kilisesi, Surb Stephanos Kilisesi, Surp Vardan Kilisesi oldukça harap olmuş vaziyette kalıntı hainde duruyor.

 EVLER

Van sivil mimarisinden bu güne hiç bir şey kalmamış. 1915’teki yıkımdan sonra Ova’da kurulan şehirden de hemen hiç eser yok. Anılarla birlikte çizimler ve fotoğraflar bize geleneksel Van evleri konusunda bilgi verse bile göz görmeyince çok eksik kalıyor.

Ova’da kurulan Van’ın mimari dokusu ve yapı teknikleri bakımından sur içindeki Eski Van’dan pek farklı olmadığı düşünülebilir. Bu haliyle şehirdeki geleneksel evlerin düz damlı, kalın duvarlı ve az pencereli olduklarını biliyoruz. Kırsal kesimde daha yaygın olan avlu çevresine dizilmiş odalardan ibaret evler ile şehirlerde görülen çok katlı kerpiç konak modelleri arasında çok farklı uygulamalardan söz ediliyor. Araştırmacılar Van evlerinin ortak karakterinin kerpiç malzeme olduğunu söylüyor. Köşkler de köy evleri de kerpiç kullanılarak yapılmış. Binalarda yer yer ahşap, taş ve tuğla kullanılmakla birlikte kerpiçten vazgeçilmiyor.

Gekeneksel Van evleri konusunda çalışmalar yapan Prof. Yüksel Bingöl,

“Van’da konut mimarisi XX. yüzyılın başlarına kadar eski Van şehri içerisinde gelişerek devam etmiştir. 1918 yılından sonra günümüz Van şehri içinde önceden bağ evleri olarak inşa edilen evlere sonraları gruplar halinde yeni evler ilave edilmiştir,” diyor.

Bu kent dokusunun 1970’ten itibaren hızla değişen ve gelişen hayat şartları sonucunda betonarme evlerin hızla yaygınlaşmasının geleneksel Van evlerinin yıkılmasına neden olduğunu söyleyen Prof Bingöl, apartmanlara taşınmalar sonucu terkedilen evlerin yıkıldığını, sokakların ve mahallelerin ortadan kalktığını anlatarak, “Ayrıca şehrin koruma imar planının hazırlanmayışı, tescil ve tespit çalışmasında gerekli özenin gösterilmeyişi bu yıkım sürecini hızlandırmıştır,” diyor.

YENİ GELECEK

Her zaman kalabalık olan Cumhuriyet caddesi günün erken saatinde şehirden çıkarken hareketlenmeye başlamıştı. Geldiğimiz gibi iki büyük depremin yıkım, onarım ve yenileme çalışmaları süren kalıntılarının yanından geçerek İpek Yolu Caddesi’ne doğru gidiyoruz. Tarihi boyunca yaralarını sarmakta mahir olan Van Şehri, yeni bir geleceğe hazırlanıyor.

Havaalanı kavşağından batıya, Edremit’e doğru dümen tuttuk. İpekyolu adıyla Van Gölü’nun güneyine uzanan yolda yer yer genişletme çalışmaları yapılıyordu. Az sonra Artos Dağı bütün güzelliğiyle sol yanımızda belirdi.

Gevaş dolaylarındaki Ahtamar iskelesine yaklaşırken trafik yoğunlaştı. İskele yakınlarında park yeri bulmakta zorluk çektik. Otobüsler, özel araçlar, şehir içi minibüsleri her yeri doldurmuştu.

Ahtamar’da yılda bir kez Eylül ayında yapılan ayin için yurt içinden ve dışından çok sayıda konuk gelmişti. Evliya Çelebi bu adayı ve kiliseyi,

“İskele Köyü’ndeki kilisesi ve Van Deryâsı içinde Ahdim-var Adası’ndaki ve Van’ın doğusunda Verek kiliseleri acayip ve garaiptir,” diye anlatıyordu.

Van bir süredir hummalı bir faaliyet içindeydi. Depremden önceki ayinler kadar olmasa bile gelecek misafirleri ağırlamak için hazırlanıyordu. Valilik haftalar önce organizasyona başlamış, Kültür Müdürlüğü görev bölümü yapmıştı. Bir dini ayinden çok resmi tören havası esiyordu. Oteller yetersiz kaldığı için Vanlılar Ermenistan ve İstanbul başta olmak üzere yurdun ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelen misafirleri evlerinde ağırlamak üzere hazırlıkları tamamlamıştı. Motora binerken kaptan hoparlörleri açtı, duduk ve mey eşliğinde bir yerel hava çalmaya başladı. Tekneden Van Gölü’nün sularına dökülen ezgide eski bir aşk hikayesi anlatılıyordu.

Özcan Yurdalan

Gazella Turizm ile Van Gölü Fotoğraf Turu için tıklayınız.

Gazella Turizm Turları

Close