Close
Tire

Tire

İki körfezi birbirine bağlayan yol, İzmir’den çıkar çıkmaz ferah bir ovada güneye doğru ilerleyerek Belevi’ye girdi. Buradan batıya dönülürse Kuşadası Körfezi’ne, doğuya sapılırsa Küçük Menderes havzasına gidiliyordu. Ben doğuya döndüm.

Otobanda başlayan yolculuk Belevi’den itibaren tek şeritli düzgün bir yolda, tarlalar arasında sürüyordu. Ben de ancak o zaman Ege’nin o bildik kokusunu almaya başladım.

Malum, üçer beşer şeritle karşılıklı gidip gelen devasa endüstriyel oto yollar, yolcunun çevreyle ilişki kurmasına pek izin vermez. O yolların maksadı bir an önce gidilecek yere varmaktır. Halbuki seyyaha uyan yol hali yavaş gidişlerdir, çünkü ancak bu sayede fark etmek, çünkü ancak o sayede hissetmek mümkün hale gelir. Bu nedenle olsa gerek, Belevi’den Küçük Menderes Ovası’nın ağzına girer girmez toprağın, Deniz’in ve Nehrin kokusu burnuma geldi.

Burası Ege’nin en bereketli ovalarından biri. Güneyde Aydın Dağları, kuzeyde Bozdağlar Ege Denizi’ne doğru uzanıyor, ikisi arasında kalan havzayı Küçük Menderes Nehri suluyor. Ovanın orta yerinden, tarlalar arasından geçen yol nehre yaklaşıp uzaklaşarak Tire’ye bağlanıyor.

Erken bahar günleriydi, bütün pencereleri açık arabayı yavaş sürerek yolun tadını çıkarıyordum. Evliya Çelebi kadar değil tabi. Evliya Çelebi gibi şehre girmeden önce Balpınarı’nda konup birkaç gün geçirerek yolculuğun hakkını vermişti haliyle. Benim öyle bir imkânım yoktu. Zamane yolcularının yaptığı gibi yol üstündeki bir benzin istasyonuna çekip çay molası verdim.

Şimdi yukarıdaki paragrafta Evliya Çelebi’ye gönderme yaparken Evliya da Seyahatnamede Sultan Süleyman’ı anarak şöyle diyordu,

“Süleyman Han Rodos fethinden gelip Süleymanî otağını bu Bal Pınarı’nda kurup kırk gün zevk ü sefa edip orada olan âbı hayat sularından içip ‘Bârekallah bal pınarı’ dediklerinden Bal Pınarı diye meşhur olmuştur.”

Çelebi’de tam orada konmuş, Sultan Süleyman’ın talimatıyla kurulan tekkede konaklamış olsa gerek. Yaylayı uzun uzun anlattıktan sonra “kırık dökük birkaç beyitle elimizden geldiği kadar övgüye cüret edip yazdık,” dediği on altı beyitlik methiye kaleminden dökülmüş.

Evliya Çelebi’nin “seyah-ı âlem” olmakla kalmayıp seyahatname yazımının bütün imkânlarını sonuna kadar kullanan bir edip olduğunu Tire yolundaki benzin istasyonunda çay içerken okuduğum “Süleyman Han nazargâhı, yani Bal Pınarı övgüsü” başlıklı şiirin mısralarını çözmeye çalışırken tekrar anladım. Bugünkü tanımlamalarımız içindeki anı, deneme, şiir, masal, kurmaca ve daha nice yazma biçimleri seyahat metinlerinde hakkıyla işleniyor. Evliya Çelebi’de bu işin hasını yapıyor.

Yola düştüm. Kontağı çevirmeden önce şu mısraını ezberime almayı da ihmal etmedim:

“O ‘de ki: Yeryüzünde dolaşın da…’ ayetinin mazharı olmuş

Bu nassa imtisal etmiş o seyyah-ı senâhâdır”

Bir süredir bakımlı tarlalar içinden geçerek gidiyorum. Şehre yaklaşırken geniş meyve bahçeleri başladı. İrili ufaklı çiftlik evleriyle birlikte, düzenli tarlalar arkada kalmıştı.

Tam o sırada “Çelebi’nin Ağacı”nı aramak maksadıyla âni bir karar verip Balpınar Yaylası’na gidecek, lâkin eli boş dönecektim. Gel gör ki bu nafile tecrübeyi bir daha anlatmak istemediğim için söz açılmışken buraya alıyorum. Beni yaylanın düzüne sürükleyen faslı Evliya Çelebi’nin sözleriyle açıyorum:

“Bu hakir teberriken bu yaylada çadırımı kurup iki gün zevk edip büyük bir çınarın gövdesine bıçakla Karahisarî tarzı bir iri yazı icat oydum ki inşallah o ağaç kıyamete kadar durdukça o yazı kaybolmayıp zamanın geçmesiyle de daha hoş yazı olur.”

İşte benim aradığım yazı buydu. Çelebi zamanla kaybolmayacağını düşündüğü afili yazıyı bir ağacın gövdesine bırakmıştı ama bulamamıştım. Gerçi laf aramızda tamamen eli boş döndüğüm söylenemez, birtakım ipuçlarına da rastladım ama onlar bana kalsın, biz Evliya’nın bu hoş “iz bırakma” oyununa dönelim.

Evliya Çelebi her ne kadar yaşadığı zamandan bu güne o kallavi on ciltlik eserle yeterince derin bir iz bırakmış olsa da gelip geçtiği yerlere küçük notlar bırakmasının aslı nedir acaba diye düşünmeden edemiyorum. Cami duvarlarına, ağaç gövdelerine küçük notlar, Tire’de yaptığı gibi Karahisarî istifle yazılar düşmekteki muradı nedir acaba? Bir bildiği vardır mutlaka. Belki kendisinden sonrakilere küçük birkaç bilmece bırakmak istemiş, belki de tabiatın ulu ağaçlarıyla insanlığın yüce yapılarına işlenmiş adının adının daha kalıcı olacağını düşünmüştür, kim bilir.

O yazılardan bazıları bulunmuş, korumaya alınmış, bazıları muhtemelen kaybolmuş, ya da bulunmayı bekliyor. Tire’nin Balpınarı yaylasındaki ağaca kazıdığı yazıdan başka Van’da kale duvarına, Kanije’deki Korokondor Kalesi’nin önündeki bir ağaca, Köstendil, Foça ve Adana’daki bazı cami duvarlarına izler bırakmış. Balpınarı’ndaki ağaç yazısı umarım yerinde durmaktadır.

Bugünkü bakış açımızla ve bugünkü eğer yargılarımız çerçevesinde tarihi eserlere, kamusal mekanlara, ağaçlara, duvarlara isim kazıyanları hiç de hoş görmüyoruz malum, hatta kınıyoruz ama bir dönem oraya buraya adını yazmak seyyahların, araştırmacıların, kaşiflerin, anlı şanlı komutanların vaz geçemedikleri bir tutku halindeymiş. Bir tür moda belki de. Üstelik yakın zamana kadar süren bir moda. Bu tutkunun şahikası İran’da Persepolis’in Kisra Kapısı’dır, Evliya Çelebi’nin değil ama en az onun kadar namlı nice seyyahın özene bezene kazıdıkları adları tarihi mermerlerin üstünde duruyor.

Kisra Kapısı ile birlikte bu faslı kapatıyorum ki şimdi şehre, daha doğrusu şehrin yeşil bir park görünümündeki Cumhuriyet Meydanı’na doğru uzanalım.

Tire’ye Sabunhane Caddesi’nden girdim. İki tarafı bakımlı evlerle uzayıp giden bu ağaçlıklı yol modern bulvar çarşılarına, oradan Cumhuriyet Meydanı’na çıktı.

Alışıldık şehir meydanlarından çok farklıydı burası. Tam ortada büyük yeşil bir alan vardı. Araçların etrafında geniş bir çember çizerek dolaştığı göbek, sadece çimler ve çiçeklerle yeşillendirilmiş bir alan değil, sık ağaçlı, heykelli, çay bahçeli orta büyüklükte bir parktı.

Cumhuriyet Meydanı ya da Orta Park diye anılan Meydan’dan çıkan güneş ışını gibi yedi bulvar şehrin içlerine uzanıyordu. Bulvarlardan üçü tarihi Tire’ye girerken dördü modern şehre yöneliyordu.

Meydan’ın çevresine Hükümet Konağı, Ege Üniversitesi’ne bağlı Meslek Yüksek Okulu, Valilik binası, Öğretmenevi, eski Belediye Binası girişi, Banka Şubesi, Tirem Oteli yerleşmişti. Verandalı yapıların alt katlarında mağazalar açılmıştı. Saydığım yapıların hepsinin önünde, meydanın orta yerindeki parkı aratmayacak ulu ağaçlar yetişmişti. Böyle nadide bir yerdi ve eski kent dokusunun kuzey eteklerine yerleşmişti.

Evliya Çelebi,

“Hemen doğudan batıya Bursa şehri gibi Kestane Dağı’nın eteğine kurulmuş işlek bir şehirdir. Bu da Manisa gibi Aydın Bay’ın taht merkezidir.” diye şehri tanımlıyordu.

Eski Tire tamamen yamaca kurulmuştu ve İstanbul gibi yedi tepe üstüne oturmuş değilse bile yedi tepesiyle nam salmış. Sırtını Güme Dağları’na yaslamış kent, Toptepe, Duatepe, Kohoz, Hacı Kalfa, Buğday Dede ve Kara Tepe ile iç içeydi.

Cumhuriyet Meydanı’nın kuzey tarafına yerleşen modern kent ise Ova’ya doğru yayılmıştı, yayılmaya devam ediyordu. Organize Sanayi Bölgesi ile irili ufaklı atölye ve fabrikalar yılda üç kez ürün veren bereketli tarım arazilerinin içine girmişti.

Sabahın erken saatleriydi. Otele yerleştikten sonra balkondan Tire’ye baktım, Cumhuriyet Meydanı’ndaki ağaçlar ile çayevinin çatısı görünüyordu. Yeni Tire’nin kent dokusu çoğunlukla çatısız evlerden oluşuyordu. Bazı teraslarda zengin çiçeklikler yapılmıştı.

Parkları bahçeleriyle Bursa’yı andıran şehirde yeşil tutkusu apartman tepelerine taşınmıştı. Şehrin birkaç ana caddesi dışındaki sokaklarını bu yükseklikten görebilmek mümkün değildi. Yeni kentin içlerine giren dört bulvarla birlikte eski kent de birbirini dik kesen sokaklardan oluşuyordu.

Otelden çıktım. Orta Park’taki kafe henüz açılmamıştı. Öğretmenevi’nin Meydan’a bakan bahçesinde sade sabah kahvesi eşliğinde şehrin uyanışını seyretmeye başladım. Bir seminer için gelmiş öğretmenler bahçede küçük gruplar oluşturmuş, çalışma öncesinde sabah mahmurluğunu atmaya çalışıyorlardı. Güne erken başlamış emekliler müdavimi oldukları parka birer ikişer sökün ederken karşı kaldırımdaki otobüs durağı hareketlenmeye başladı. Şehirde oldukça iyi çalışan bir otobüs ve dolmuş ağı var.

Durağa yanaşan otobüslerin sayısı mı arttı, giden gelenlerin telaşı mı büyüdü bilmiyorum ama o duraktan başlayarak sabah miskinliği bir anda şehrin üstünden sıyrılıverdi; ara sokaklardan yamaçlara doğru hızla çekildi. Kahveden son yudumu alırken fark ettiğim canlanma beni de uyandırdı. Aslında niyetim daha şehir kendine gelmeden ara sokaklara dalarak o tenhalıkta gezinmek, Tire’nin erken hallerini görmekti ama belli ki bugün için geç kalmıştım.

Şehrin bu erken uyanışının sebebi çok geçmeden anlaşıldı. Salı Pazarı kurulmuştu. Öğretmenevi’nin bahçesinden çıkarken pazarın adresini sormaya hiç gerek kalmadı çünkü kafileler halinde kadınlar ve erkekler ellerindeki alışveriş torbaları ve tekerlekli pazar arabalarıyla seyrek dizilmiş bir kervan gibi istikamet tutturmuş gidiyorlardı. Yolu bulmak için kervana katılmak yeterliydi.

Tire’nin Salı Pazarı gerek işleyiş biçimi, gerek zengin yerel ürünlerle dolu olması, gerekse yüzlerce yıllık bir geleneği bugüne taşıması bakımından başlı başına bir kültürel hazineydi. Geleneksel yerleşimin bakımlı sokaklarına yayılan Pazar şehrin büyük bir kısmını kaplıyor ve özellikle yaz bahar aylarında dışarıdan gelenlerle birlikte canlı bir kalabalığı ağırlıyordu.

“Bütün yollarını usta mühendis satranç nakşı tarhedip esası bu üslup üzere bezemiştir ve baştan başa pâk ve beyaz taş ile döşenmiş kaldırımdır. Her sabah temizlenip pislikten ve bir zerre tozdan eser kalmaz pâk düzgün yollardır. Bütün çarşıları kuzeye iniş aşağı olup yukarısından aşağı baksan sanki bu yollar içinde insan deryası, deniz dalgası gibi dalgalanıp insan kalabalığından omuz omzu sökmez bir kalabalık Tire’dir. Özellikle hafta pazarı günleri akıllı olan pazara varmamak gerekir. Zira o pazarda insan rahatsız olup hasta olur. Ta bu derece kalabalık çarşıları vardır.” diyorsa Evliya Çelebi bir bildiği vardır elbet.

Atatürk Bulvarı’ndan girmiş, daha Gümüş Paşa Caddesi’ne dönmeden Pazar’ın içine düşmüştüm. Günün erken saatleri olmasına rağmen yükünü tutmuş görünüyordu. Bedestenin çevresi, hatta eski şehrin hemen tamamı kendinden geçmiş, pazar olmuştu. Hem de âdeta kadınların mekânıydı.

Bir sahil Karadenizi’ndeki yerleşimlerde kurulan pazarlar böyledir bir de Ege’de ama Tire bambaşka. Müşteriler gibi satıcıların da önemli bir kısmı kadınlardı. Dörder beşerli gruplar halinde her köşeye konuşlanmışlar, önlerine serdikleri bezlerin üstünde yetiştirdikleri ürünleri satıyorlardı. Sattıkları mallar mevsimine göre değişiyordu. Sattıkları sebzeler, günümüz pazarlarında sıkça rastladığımız gibi kasa kasa yığılmış mallar değildi. Kendi yetiştirdikleri az miktarda ve seçme ürünlerdi.

Pazarcı kadınlar çiçekli şalvar giymişlerdi, üstlerinde birkaç kat giysi vardı, en dışta el örgüsü bir yelek ya da hırka görünüyordu. Başlarına renkli örtüler bağlayarak saçlarını toplamışlardı. Yaz ve kış mevsimine göre üst üste giyilen kat sayısı değişen, denenmiş ve benimsenmiş bu tarz, toprakta üretim yapan kadın için en rahat ve uygun giyim biçimiydi. Terlikle ya da kalın tabanlı ayakkabıyla gelmişlerdi. Pazara çıkan kadınların çoğu orta yaşlardaydı ve satış yapmak kadar kendi aralarında sohbet ederek müşterilerle laflayarak zaman geçiriyorlardı.

Tire Pazarı hakkında araştırma yapan Emre Ataberk, yerel üretici ile yerel tüketicinin pazarlarda buluştuğunu tespit ederek,

“Tire Salı Pazarı yakın yıllara kadar yerel bir pazar olmasına rağmen bugün kısmen de olsa turistik bir kimlik kazanmıştır,” diyor.

Pazarın Osmanlı ahilik sistemine sadık kalınarak bölümlere ayrıldığını değerlendiren Ataberk, bu yapılanmadaki işlevselliğin altını çizdikten sonra yöreye özgü ot çeşitlerinin, el sanatlarının yanı sıra salı günleri çarşı lokantalarının da geleneksel ot yemekleri hazırlayarak ayrı bir talep yarattığını, bu sayede pazarla bütünleştiklerini söylüyor.

Salı Pazarı’nda her hafta 2 bine yakın esnaf tezgah kuruyor. Bu devasa açık hava çarşısının sınırları Batıda Alay Parkı’ndan doğuda İtfaiye Meydanı’na, kuzeyde Cumhuriyet Meydanı’ndan Güneyde Bakır Han’a kadar uzanıyor. Toplam 3,5 kilometrekarelik alana yayılan Tire Pazarı sabahın erken saatlerinde Belediye hoparlöründen yapılan “Pazar Duası” ile açılıyor ve akşam indikten sonra toparlanmaya başlıyor. 2 bine yakın tezgahın yarısından fazlası sebze meyve satıcıları tarafından açılıyor. Giyim ve ayakkabı satan tezgahlar ise pazardaki ikinci yoğunluğu oluşturuyor ve tahmin edileceği gibi aralarında Çin mallarının da bulunduğu endüstriyel ürünlerden oluşuyor. Hırdavat tezgahları ile bakkaliye ürünleri pazarlayan tezgahlar pazarda eşit ağırlıkta bulunuyor.

Ege Bölgesi’nin karakteristik ürünlerinden zeytin 2006 yılından itibaren sadece yağ için üretilmeye başlamış. Gayet lezzetli şeftalisi gibi özellikle Başköy’de yetişen inciri de beğeni topluyor. Güme Dağı’nın eteklerinde yetişen kestane ve ceviz ise dışarıya satılan ürünler arasında sayılıyor. Antep fıstığı üretimi deneme aşamasını tamamlamış ve başarılı sonuçlar alınmış. Karadut başlı başına bir efsane. Karadutlu lor tatlısı mevsiminde tadanların dilinden düşmüyor. Evliya Çelebi’nin saydığı,

“yiyeceklerinden ter gömlek üzümü, beyaz ekmeği, tandır kirdesi, kebabı, çeşit çeşit buzlu vişne hoşafı ve beyaz kirazı yeryüzünde yoktur. Kestanesi, çöreği ve tavuk böreği yiyenin sağlıklı olur yüreği,” diyerek kafiye düşürüp söylediklerinden kimisi çarşı pazarda mevcut kiminin kökü kurumuş.

Salı Pazarı’nda tam da baharın bereketli zamanında dolaşıyordum. Pazarcı kadınların önünde o kadar çok ve o kadar çeşitli otlar vardı ki çoğunun adını duymamıştım bile, tadını zaten bilmiyordum. Not edebildiklerimden bazılarının isimleri şöyle:

İstifno, kopurcuk, dalgan, turp otu, sarmaşık, tere, roka, arapsaçı, nane, kekik, menengeç, kuzukulağı, kaymak otu, radika, şevketi bostan, hardal, sirken, köpek üzümü, semiz otu, pazı, kazayağı, ballık, kenger, iğnelik, ebegümeci…

Tire çevresinde yetişen bu otlar doğal dokunun ürünleri. Aromatik ve tıbbi bitkiler üreten Yavuz Suner, kekik otu, defne yaprağı gibi bitkilerin ülke ekonomisi için yüksek değer taşıdığından söz ederken bu ürünlerin Tire Dağları’nda kendiliğinden çoğalabildiğini belirterek yakın çevrede yaşayan halk için önemli bir geçim kaynağı olduğunu anlatıyor. Kalitesi dünyaca bilinen bu ürünlerin yağ oranı, koku ve tat bakımından yüksek kalitede olduğunu söylüyor. Havadan yapılan zirai ilaçlamanın doğal bitki örtüsüne verdiği zararın birkaç yıl önce bu uygulamadan vazgeçilmesi sayesinde önlendiğini belirtirken, “ancak” diyor,

“Erken toplama, özensiz kurutma ve pazara gerektiği gibi hazırlanmama gibi nedenlerle ürünlerin risk altına sokuyor.”

Pazardaki alışveriş akşamın ilk saatlerine, alacakaranlık çökünceye kadar sürdü. Ara sokaklarda yürümeye devam ederken Pazar toplanmaya başladı. Toplanan her tezgahla birlikte yavaş yavaş ortaya bir başka Tire çıkıyordu. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar toparlanma devam etti. Ben de gezinmeye devam ettim. Pazarcılar çekildikten sonra sabah gördüğüm sokaklardan eser kalmamıştı. Daha önce fark etmediğim hamamlar, hanlar birer ikişer ortaya çıkmış, şehir olağan hallerine dönmüştü. Neredeyse bütün bir günü aynı sokaklarda geçirdiğim halde şimdi bir başka kent gezer gibiydim.

Evliya Çelebi’nin “Bu Tire çarşı pazarının çoğu Bursa çarşıları gibi kârgir kemer ve tonoz kubbeler ile yapılmış, yazın serin kışın ılık ve sıcak çarşılardır ki tamamı 2.800 dükkandır. Ahi Baba’dan haber alıp yazmışızdır. Ve çoğu tamamen kurşun örtülüdür. Yayladan bu şehre bakılsa sanki Halep şehri gibi kurşunlu bir işlek ve canlı şehirdir,” dediğine göre ben de şehre, sırtını yasladığı Güme Dağı’ndan bakmak için yokuş yukarı sardım. Yoluma birer ikişer hanlar çıktı, Evliya çelebi bunların sayısını

“27 hanı vardır,” diye veriyordu.

Her biri zamanın namlı otelleri olan bu yapılar o günün ihtiyaçlarına uygun olarak ahırları, depoları ve gerekli konfora sahip odalarıyla şehre gelen tüccarların her türlü ihtiyacını karşılayabilecek vasıflara sahipti.

Tire’de Evliya Çelebi’nin isimlerini sayarak aktardığı hanların sayısına bakılırsa oldukça canlı bir yolcu trafiği ve bir o kadar da ticari potansiyel mevcuttu. Ülkenin genel üretim kapasitesi içinde Tire’deki üretimin oranı geçmişle karşılaştırılamayacak kadar düşük olsa bile bölge ticaretinde hâlâ önemli bir yer tuttuğu söylenebilir.

Günümüzde Tire’deki büyük oteller hanların yerini alırken eski hanların çoğu yıkılmış, ayakta kalabilenler ise zamana karşı direnmeye çalışıyor.

Bu hanların ortasında kalan bedesten, Bizans devrinde çarşının merkeziymiş. Beylikler döneminde olduğu gibi Osmanlı zamanında da çarşının yeri değişmemiş. Günümüzde ise mal çeşitliliğini ve miktarını kaldırabilecek alt yapısı bulunmayan bu eski çarşı geleneksel ürünlerle sınırlı bir kapasiteye sahip. Bünyemize bir hayli işlemiş olan tüketim toplumu alışkanlıklarını karşılamak üzere modern şehirde çok sayıda dükkandan oluşan çarşılar kurulmuş.

Geleneksel kent dokusunda çarşıların kalbi bedestenlerde atıyor. Tire bedesteni de bugün işlevini yitirmiş olmakla birlikte Evliya Çelebi’nin kaleminde şöyle canlanıyor:

“Kalede sağlam yapılmış bir kârgir yapı 8 kubbeli bir bedesten var, tamamen kurşunla örtülü bir bedestendir. Dört tarafında 4 adet demir kapıları ile takviye olmuştur. İçinde tüm zengin bezirgânların yerleri ve dükkânları vardır ve yeraltında saklı olan mallar tüccarların canlarıdır ve mahbûb hizmetçileri canlar canıdır. Her şey bol bol bulunur. Uzun Çarşısı gayet süslü sultan çarşısıdır,” diyor.

Bedesten bugün de yerini koruyor ancak işlevini tümüyle terk etmiş. Döneminde en nadide malların satıldığı ve zaman zaman piyasanın belirlendiği önemli bir ekonomik merkezken bugün yeni işlevler kazanmak üzere onarılmayı bekliyor.

Bedesten’le ilgili çalışmalar yapan Yrd. Doç. Arife Karadağ Bedestenin özelliklerini belirttikten sonra,

“Kentin dört yanına açılan kapıları dış cephesindeki çok sayıdaki dükkânları ile yüzyıllar boyunca önemini yitirmeden kentin en hareketli yeri olmuştur. Bedesten çevresinde kentte gelişmiş ticari fonksiyonların desteği ile artan nüfus hareketliliğinin ispatı gibi duran çok sayıda han, Tabakhane, Karakadı, Abüsselam, Hoca Emir, Hoca Kemal, Kurşunlu, Pirinçhanı ve Yenihan bulunmaktadır,” diyor.

Abdüsselam Hanı 1525 yılında Kanuni’nin defterdarlarından Abdüsselam Efendi tarafından yapılmış, bugün de kullanılıyor ancak eskisi gibi değil tabi. Aradan geçen zamanda işlevi gibi adı da değişmiş. İlk adına yeni adlar eklenmiş. Bugün Ali Efe Hanı ya da Seban Hanı diye biliniyor.

Yapı oldukça iyi durumda ancak sadece ön cephesindeki dükkanlar kullanılıyor. üstündeki cumbalı bölümle birlikte kemerli kapısı oldukça heybetli görünüyor. Bu girişin yanındaki kahve hafta içinde çarşı esnafından müdavimleri ağırlıyor ancak Salı Pazarı boyunca neredeyse oturacak yer bulunmuyor.

Ben de o gün açık havada oturmaya karar verince Han’ın avlusuna geçip kahvenin arkasındaki sundurmaya bir sandalye çektim. İki katlı Han’ın iç bölümleri yerli yerindeydi ancak bir süre daha el atılmazsa yıkılacağı aşikardı. Eski çarşının orta yerinde böyle değerli bir yapının yer ile yeksan olmasına yürek dayanmazdı doğrusu. Karşı köşedeki geniş boşluk ahır olarak kullanılıyordu.

Ben çaydan son yudumu alırken Han kapısından bir süvari girdi. Geniş avluda bir tur attıktan sonra ahıra girip bineğini bıraktı. O kahveye girerken ben dışarı çıktım.

Arabacılar Çarşısı’ndaki Yeni Han’da Tire’nin çok adlı hanlarından biriydi. Son dönemde Han’ın işletmecisi olan Mathius’un adıyla anılıyordu. Abdüsselam Hanı’ndan On sekiz yıl sonra 1543 yılında yapıldığı için “Yeni Han” adına layık görülmüştü. Ancak bu iki katlı yapının asıl özelliği 61 odası ve yüz kadar atı barındıracak ahırıyla birlikte dönemin en lüks konaklama tesislerinden biri olmasıydı.

Kurşunlu Han ya da Bakırhan diye bilinen yapı ise şehre gelen bakır tüccarlarının tercih ettiği bir konaktı. 53 odası ve zarif mimarisiyle göz alıcıydı ancak Tire’nin yeniden imarı sırasında bulvar açmak için yapının batı ve güney bölümleri yıkılmış geriye oldukça acıklı görünen bugünkü yapı parçası kalmıştı. Artıkları onarılan Han’da aralarında hediyelik eşya satan dükkanların da bulunduğu işyerleri açılmıştı.

Bakır Han’ın bitişiğindeki Tahtakale Hamamı, Evliya Çelebi’nin şehri anlatırken “13 hamamı vardır. Bunlardan Tahtakale Hamamı suyu ve havası gayet hoş, temiz hamamdır.” diye anlattığı yapıydı. Tire hamamlarını ballandırarak anlatan Evliya Çelebi’nin girip paklandığı hamamlardan biri de burasıydı belki.

Gözümü kapayıp girsem de havasından hemen anlarım. Yeni onarılmış bütün hamamlar gibi burası da soğuk ve rutubet kokuluydu. Su kokmaz, ama su ile insan elinden çıkmış bir yapı buluştuğu zaman suyun kokusu o yapıda kendini açığa vurur. Hamam olması şart değil, su ile ilgili bir yapı olsun yeter. Bu kokuyu duymak isteyenler İstanbul’da Taksim’deki Maksem’e girsinler yeter.

Hamam dendiği vakit nasıl sıcak bir yer akla geliyorsa, restore edilmiş hamam denilince de bir o kadar soğuk yer anlaşılmalı. Yaz ya da kış fark etmez, hatta onarılmış ya da yıkıntı halindeki hamam arasında da neredeyse hiç fark yoktur. Terkedilmiş bir hamam üstüne fazlasıyla soğuk çekmiş bir yerdir. Tahtakale Hamamı da öyleydi. Ürpertici bir soğukluk ve biraz da “ne oldum” şaşkınlığı içindeydi.

Hamamın hemen girişinde tezgah açmış kadınlar tığ işi dantel ve dokuma satıyorlardı. Hamam artı işareti biçimindeydi ve sağa sola açılan iki kanadında Ethem Tıpırdık’ın iki tezgahı vardı. Sağdaki iki pedallı soldaki ise üç pedallıydı. Şehrin son Beledi dokuma ustası Ethem Tıpırdık karısı ve oğluyla birlikte burada çalışıyordu.

Büyük desenlerin işlenebildiği, daha çok döşemelik kumaş ve ev tekstli üretiminde kullanılan jakarlı dokumanın atası sayılan beledi bezi yüzlerce yıl bu tezgahlarda üretilmişti. Şimdi ise turistik bir faaliyet olarak yaşatılmaya çalışılıyordu.

Ethem usta dokumanın inceliklerini anlatmaya başlarken ayakkabılarını çıkardı, ayak parmaklarının arasına aldığı pedallardan birini bastırıp diğerini kaldırarak dokumaya başladı. On üç tane ayrı işleve sahip on üç pedala şaşırmadan karıştırmadan ayaklarıyla basarken elleriyle de çözgüler arasından mekik atıp tutuyordu. İşe nasıl başladığını, kimden öğrendiğini anlatırken birden bire durdu ve dedi ki:

“Ustam hep söylerdi, bu işi yaparken tavuğa kışt demeyeceksin,”

Ethem usta böyle söyledi çünkü yanlış mekik atmıştı.

Beledi dokumasının tezgahı dışardan bakınca gayet basit görünmesine rağmen oldukça karışık bir işleyişe sahip. Düz dokumalar gibi tek pedal tek mekikle çalışmıyor. O nedenle dokumacının iş başında pür dikkat çalışması, elleriyle ayaklarının koordinasyonunu hiç aksatmadan, pedalı mekiği şaşırmadan makinayla bütünleşmiş halde bezini işlemesi gerekiyor. Evet burada bilerek “dokuma” yerine “işleme” fiili kullandım, beledi bezleri âdeta nakış gibi işleniyor.

Ethem usta az önce benim sorularıma cevap yetiştirmeye uğraşırken yanlış pedala basıp aksak mekik sallamıştı. İşini düzeltmek için sustu, hatalı atkıyı geri aldı, nakış düzelince işe ara verdi.

Tire bezinin geçmişi 15. yy’a uzanıyor. Daha çok yorgan yüzü, perde, minder kılıfı, yatak örtüsü, peşkir olarak kullanılan bez, geçen yüzyıla kadar Tire’deki 60 tezgahta dokunurmuş. Yüzlerce usta ve çırak iş yetiştirmek için gece gündüz çalışırmış. Son tezgahı çalıştıran Saim Bayrı endüstriyel dokumalar karşısında bir süre daha dayanmış ancak uzun sürmemiş. Son beledi tezgahı da bir süre sonra susmuş.

Ticaret Odası ile birlikte Belediye meseleye sahip çıkmış, Saim ustanın artık işlemeyen tezgahını canlandırarak sanatın unutulmasını engelleyecek projeyi başarıyla hayata geçirmişler. Belediye kadrosuna alınan Ethem Tıpırdık sanatı Saim ustadan öğrenmiş. Restore edilen Tahtakale Hamamı dokuma atölyesi haline getirilmiş ve üretim başlamış. Üretilen örtüler daha çok Tire’ye gelen ziyaretçiler tarafından hatıra olarak alınıyor. Ethem usta özenli dokumalar üretirken bu sanatın tanıtılması için çaba harcıyor.

Ethem Tıpırdık 2011’de yapılan Ulusal Tire Stadyumu’na sunduğu bildiride, beledi dokumasının desen kapasitesi açısından oldukça zengin olduğunu söylüyor. “Başlangıçta 16 pedallı olan tezgah daha sonra 12 pedala indirilmiş,” diye anlatıyor.

Günde en fazla 3-4 metre üretim yapılabildiği için pahası yüksek olan bezlerin eni 60 santimi geçmiyor ve çift yüzlü dokunuyor. Kumaşın alt ve üst yüzleri birbirine desenle bağlanarak zengin bir bezeme elde ediliyor.

Dokumada pamuk ve keten kullanılıyor ancak bir zamanlar Tire’de oldukça yaygın olan ipekböcekçiliği sayesinde ipekli beledi dokumaları da yapılmış. Evliya Çelebi tam da beledi dokumanın yaygınlaşmaya başladığı zamanlarda burada bulunmuş, halkın giyim kuşamını anlattıktan sonra yörenin meşhur bezinden söz ederek şöyle diyor:

“Bütün halkı çuha ferace ve kontuş giyerler. Orta halli olanlar muhayyer ve Tire alacası giyerler. Ve askeri taifesi, uleması ve zenginleri gayet çoktur. Kadınları ferace ve beyaz çarşaf bürünürler.

Bu şehrin yiyecek içecek ve sanayiinin beğenilen ve hasıl olan metalarından Tire peşkiri, abdest makrameleri, hamam havlıları, alacaları ve yastıkları meşhurdur.”

Ethem Usta ile birlikte hamamdan çıkıp Çöplen Han’a Evliya Çelebi’de bu Han’ı anıyordu. Yarı yıkık, tek katlı küçük bir handı. Girişine bir çay ocağı kurulmuş, avluya birkaç masa ile plastik sandalyeler atılmıştı. Beyaz beyaz parlayan ucuz beyaz koltuklar yağmurdan korunsun diye iki bacaklarının üstüne kaldırılarak masalara dayanmıştı.

Çaycı iki plastik koltuğu çekip elindeki ıslak bezle silmeye uğraştı. Yaptığı iş yağmur damlalarını oraya buraya dağıtmaktan başka şeye yaramadı. Islak sandalyelere oturduk. Demli çaylar geldi. Arka tarafta birileri çan çalar gibi sesler çıkararak çaylarını karıştırmaya başladılar.

Avludan kısa bir yağmur serpintisi gelip geçti. Son damlalar düşerken kemerli kapıdan biri girdi, belli ki esnaftandı, çaycıyla hızlıca selamlaştılar. Karşımdaki asma kilitli kapıyı açıp içeri girdi. Kapı aralığından içeride yığılı malları gördüm ama iplik mi zücaciye mi yoksa manifatura mı tam çıkaramadım. Az sonra omuzunda iri bir balyayla çıkan esnaf, kapıyı sıkıca kilitleyip handan çıktı. Bu mütevazı hanın odaları çoktandır çarşı esnafının deposu olarak kullanılıyordu.

Yağmur atıştırmaya devam ederken Çöplen Han’dan çıktım. Ege’nin kışı ne kadar kasvetliyse baharı da o kadar neşe doldurur içimi. Yağmur şehrin döşeme sokaklarını yıkıyordu, havada toprak serinliği vardı. Öğretmenevi’nin bahçesinde, Orta Park’ın büyük camlı kafesinde oturanlar istiflerini bozmadan bahar yağmurunu seyrederek çaylarını yudumluyordu.

Eski Tire ile yeni Tire arasında geniş bir tur atıp mahalle aralarına girdim. Baharın etkisi midir, yoksa Tirelilerin vazgeçemediği bir alışkanlık mıdır bilmiyorum ama şehirde geçirdiğim birkaç gün içinde ne zaman sokak aralarına girsem evini boyayan biriyle karşılaşıyordum. Gayet canlı renkler tercih ediliyor, sokaklar boncuk mavi, ayva sarı, kavuniçi uzanıp gidiyor.

Geleneksel Tire evleri iki ayrı tipte inşa edilmiş. Sokaklarda dolaşırken Müslümanların yaşadığı mahalleler ile Hristiyan ve Yahudi mahalleleri belirgin olarak ayırt ediliyor.

Tire evleri konusunda çalışmaları olan Mustafa Baysal’da bu zenginliğin altını çizerek

“20. yüzyılın başlarında Tire’de yapılan evler çoğu kez avlulu ve bahçeli, yüksek avlu duvarlı, alt katları kapalı tutulan, büyük kısmı bahçeye açılan hayatlı evlerdi” diyor. Levanten evlerini anlatırken,

“Cumba ve pencerelerle dışa açılmış, burada avlu yerine daha gösterişli büyük bahçeler meydana getirilmiştir,” diyerek gösterişli cephelere sahip olan bu evlerin doğrudan sokağa açıldığını belirtiyor. Müslüman evlerindeki sokak kapılarından ise önce avluya giriliyor, avludan eve geçiliyor. Tire evlerinin önemli bir özelliği olarak komşuluk ilişkilerini zenginleştiren bir mimari ögeye dikkat çekmek gerekiyor. Evlerin çoğunun avlusunda bulunan küçük bir kapıdan komşu avluya geçiliyor.

Evliya Çelebi’de Tire evlerine değinmeden geçmemiş,

“Bu şehrin kıble tarafındaki evleri 7 bayır, dere ve tepe üzerine yapılmış havadar evlerdir. Birbiri üstüne kat kat bahçeli güzel evlerdir ki bütün pencereleri doğuya ve kuzey tarafında Tire Sahrası’na bakar havadar iç açıcı evlerdir,” diye anlatıyor.

Yönümü şaşıracağım, yolumu kaybedeceğim diye hiç tasalanmadan seyirli bir yürüyüşle Tire sokaklarında geziniyorum. Evliya Çelebi’nin

“Çarşı içinde Yeni Cami gayet sanatlıdır,” diye anlattığı güzel yapı gerçekten de eski kentteki en gösterişli camiydi. Sokak aralarına girdikten sonra karşıma çıkan Ulu Cami ise pek çok yerdeki mütevazı bir mahalle mescidi ölçülerindeydi. Evliya Çelebi

“Ulu Cami daha önce kiremitli imiş, sonra Birgili Derviş Ağa tamir edip beyaz inci gibi aydılık olup baştan başa kurşun ile örtülmüş. Ancak avlusu yoktur, cadde üzerinde olmakla dar mahaldedir, ama taşra sofaları vardır. Uzun minaresi camiin solunda yapılmıştır,” dediğine göre pek fazla bir değişiklik göstermiyordu. Sütunlu sundurması caddeden yüksekte duruyor bu yükseklik sayesinde yapının içine bol ışık giriyordu.

Camiin karşısındaki bakkaldan bir adam çıktı. Omuzunda büyük bir kangal halinde ak urgan vardı. Çarşı içinde satılan urganlardan farklı, daha parlak ve daha güçlü görünüyordu.

Urgancılık Tire’de geleneksel el sanatlarının son kalanlarından biri. Keçecilik, semercilik daha görünür iş kolları olduğu halde urgancılık kendi içine kapanmış. Piyasa tamamen endüstriyel ip, halat, urgan sanayii tarafından kapatılmış. Kenevir urgan turistik herhangi bir albenisi de olmayan zanaatlardan biri.

Tire urganlarının geçmişi antik çağlara uzanıyor. Küçük Menderes havzasında üretilen kenevir kaliteli bir hammadde sağlıyor. Rivayete göre bu kenevirden yapılan urganlar öylesine sağlammış ki, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul kuşatması sırasında Tire halatları kullanılmış. Fetihten sonra donanma halatları Tire’de üretildiği için urgancılar vergiden muaf tutulmuş.

1951 yılında Tire’de ip büken 600 çark varken günümüzde sadece 50 çark kalmış. Bunlar da tümüyle ev içi üretim halinde varlığını sürdürmeye çalışıyor.

Keçecilik ise kendini yenileyebildiği için ve oldukça görsel yanlar taşıdığı için çarşı içindeki birkaç atölyede üretilmeye devam ediyor.

Genç keçe ustalarından Arif Cön, çarşı içindeki dar bir sokağa yerleşmiş atölyede çalışıyor. İçerisi işlenmek üzere bekleyen rengarenk keçelerle, bitmiş işlerle, çizilip büyütülmüş motiflerle bir sanatçı atölyesi gibiydi. Cön Keçe Atölyesi Cemil, Mehmet ve Arif Cön tarafından işetiliyordu.

Atölyeye girerken dövme makinesinden yeni çıkardıkları keçe rulosunu açıyorlardı. Plastik bir örtüye sararak lastik şeritlerle sıkıladıkları koca silindirik balyayı iki kişi ancak kaldırıp yere bıraktılar. Şeritleri çıkardıktan sonra yuvarlayarak ruloyu açar açmaz atölyenin loşluğuna renklerle karışmış ışıklı desenler saçılıverdi.

Haziran ayında kuzunun ilk kırkımında elde edilen yün en kaliteli keçe yapımında kullanılıyor. Ağustos yünü ise ikinci kalite ürün veriyor. Daha çok göçer çadırların ve kırsal kesimde evlerin döşemesinde kullanılan keçeler, makinayla üretilen yaygılar çoğalınca pazar gücünü kaybetmiş. Hayvan örtüsü ve çoban kepeneği olarak kullanılan keçeler ise Güneydoğu Anadolu’da göçerliğin ve hayvancılığın bitme noktasına gelmesiyle birlikte talep edilmez olmuş. Ancak günümüzde keçe ustaları malzemeye yeni bir işlev kazandırarak varlığını sürdürmeyi başarmışlar.

Ortaya serdikleri yaygıya küçük keçe minderlerden 23 tane dizerek üstüne renkli desenler yerleştiren Arif usta, önceden pek çok atölye bulunduğunu, ancak desenli keçe yapanlar dışındakilerin kepenek siparişi kesilince kapandığını, yüzden fazla ustanın işsiz kaldığını, bugün varlığını sürdüren 5 atölyede sadece 20 kişinin bu işten geçindiğini söyleyerek, değişen ihtiyaçlara ve müşteri taleplerine dikkat çekiyor.

“Çünkü istenen desenler, bizim yaptığımız klasik düzenleme ve motiflerin çok dışında da olabiliyor,” diyerek sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Yıllarını bu işe vermiş olan babamın, gördüğü ve yaptığı üretimlerin dışında bir şeyi yapması ona göre doğru değildi. Fakat benim işin başında olmam, gelen istekleri elimizden geldiğince yapabilmek ve geri çevirmemek konusundaki mücadelem sayesinde, çok şükür bu günlere gelebildik. Bu işi yürütemeyen atölyeler de oldu. Onlar yeni desen ve kullanım alanlarına göre keçe üretimini yapmayıp eskileri yapmayı sürdürdükleri için müşteri bulamadılar ve atölyelerini kapatmak zorunda kaldılar.”

Tire’deki atölyeler Tokat yazmaları ve ipek şallarla keçeyi birleştirerek fularlar başörtüleri, günlük kullanım malzemeleri, çağdaş beğeniye yönelik renk ve desen anlayışını yansıtan yaygılar üretiyorlar.

Atölyeden çıkarken hava kararıyordu. Yan sokaktaki keçe atölyeleri de kapanmak üzereydi. Çarşının tek semercisi Kamil Bezcioğlu malzemelerini toparlamış, vaktin dolmasını bekliyordu. Muhtemelen ezan okununca kepenkleri indirip camiye gidecek sonra da evinin yolunu tutacaktı. Emekli olmuştu ama her gün gelip dükkânı açıyordu. Tertemiz giyinmişti, üstünde çizgili bir gömlek ve ceket vardı.

“Ne bekliyorsunuz?” diye sordum

“Akşam olsun gideceğim,” dedi.

“Çalışmayınca vakit geçmiyor…” muhabbete meyyaldi.

Semerlerin türlerini anlatırken sadece dağların yükseklerinde katır besleyen ve hâlâ semer kullanan köylüler kaldığını söyledi. Aşağılarda at, katır, eşek yoktu artık. Semer, ticari değerini kaybetmiş, semercilik ise son temsilcisiyle Tire’de ayakta durmaya çalışıyordu.

Şehrin ilk sineması ise sadece ön cephesi onarılmış halde Yıldız Meydanı’nda öylece duruyordu. Geniş bir kemeri üçe bölen, geometrik formların hakim olduğu cephede kapılar yoktu. Üç derin boşluk halinde içeri açılıyordu. Hava kararmak üzereyken girdim. Bir zamanlar şehrin kültür merkezi olarak kullanılan Türkocağı Salonu en ufak bir anı kalmamacasına geçmişinden soyulmuş, dört çıplak duvar halinde etrafımı sarıvermişti. Tavanı bile yoktu. Dağılan yağmur bulutları gecenin ilk yıldızlarını karanlık salonun gökyüzüne açılan perdesinde göstermeye başlamıştı.

Tire’nin yakın geçmişini derleyerek kitap haline getiren Yılmaz Göçmen’in ikinci eseri “Tire’nin Yıldızları” yeni yayınlanmıştı. İdarecilik yaptığı Spor tesislerinde buluşmuştuk, işi başından aşkındı. Salonda yeni başlayan program çerçevesinde gençlerin katılımına açık etkinlikler organize ediliyordu.

Bir ara çay molası verdiğinde o eski salonun hikayesini anlattı. Bu yapı Viyana’daki bir sinemanın eşiydi. Tire Hükümet binasını yapan Bulgar ustalar tarafından inşa edilmişti ve Cumhuriyetin 10. yılı için kültür sarayı olarak planlanmıştı.

Yılmaz Göçmen şehrin yakın geçmişine ilişkin anılar derlemekle kalmamış iki bin kareye yakın geniş bir Tire fotoğrafları arşivi oluşturmuştu. Bugünkü Tire’yi anlamak için şehri ikiye ayırarak ele almak gerektiğini söylüyordu. Modern şehirde apartmanlarda yaşayan çekirdek ailelerde endüstriyel toplum kültürünün egemen olduğunu, eski kentte ise komşuluk ilişkileri başta olmak üzere geleneksel yaşamın devam ettiğini anlatıyordu.

Tire’nin tarihçisi ve çok sayıda kitabıyla hafızası sayılan Munis Armağan da geçmişin zengin mirasından geriye pek az şey kaldığını söylerken geniş ufuklu yorumlar, derinlikli analizlerle Tire’nin toplumsal yapısını irdeliyor. Tire’nin pek çok kent gibi yoğun göç aldığını belirtirken,

“Yerleşik kültüre sahip olan eski kentler her zaman dışarıdan gelenlerle birlikte yaşamayı bilmişlerdir. Köklü kentlerde yeni gelenlere karşı sert çıkışlar görülmez,” diyor.

Munis Armağan alan araştırmaları, görüşmeler ve gözlemlerle oluşturduğu zengin bir arşive sahip. Yüzlerce köyde araştırmalar yapmış. Anonim tarih kültürünün tarihsel coğrafyaya özenle yerleştirildiğine tanık olmuş.

“Bu önemsenmesi gereken bir tarih mirasıydı.” Diyor ve şöyle devam ediyor:

“Bugüne kadar değerlendirilmeyen bu malzemelerin akademik düzeyde ele alınması ve tarihsel anonim haritanın ortaya çıkarılması gerekiyor. Osmanlı belgelerinde hiç bir zaman bulamayacağımız çeşitlilikteki uyarıcılar yanı başımızda.”

Munis Armağan, bugünkü Tire’yi değerlendirirken, kaynaklardan tespit ettiği ekonomik, sosyal, kültürel ve dini yapıların büyük bölümünün 1940’lara kadar ayakta iken,

“Anlamsız bir kentleşme uğruna feda edilmişlerdir,” diyerek ayakta kalanların ise değerini bilmeyenlerin eline geçtiğini, böylece geleceklerinin tehlike altına girdiğini söylüyor,

“Geçmiş yaşamımızın ve kültürümüzün bu kendine özgü somut anlatımları yalnızlıklarına bırakılmışlığın ezikliği içindedir. Gerekli ilgiyi görmezlerse bugün ayakta durmaya çalışanlar da bir gün yok olacaklardır. Gezgin Evliya Çelebi’nin ‘Yayladan bu şehre bakılırsa, Halep şehri gibi kurşunlu bir şehirdir,’ anlatımı geçmişi nasıl harcadığımızın en güzel kanıtıdır sanırım.” diyor.

Muhlis Yıldırım belirgin bir umut taşıyarak bu yorumlarını yıllardan beri dile getiriyor. Tire’nin sosyal ve kültürel zenginlikleri, günümüz koşullarında kolayca alınabilecek önlemler sayesinde geleceğe aktarılacak önemli kültürel değerleri olarak duruyor.

Öğretmenevi’nin bahçesinden çıkıp Cumhuriyet Caddesi’nden Necip Paşa kütüphanesine doğru yürüyorum. Evliya Çelebi Tire’yi ziyaretinden 156 yıl sonra tekrar şehre gelebilseydi eğer yepyeni bir yapıyla karşılaşacaktı. 1827 yılında Gürcü Mehmet Necip Paşa tarafından yaptırılan kütüphane muhtemelen Evliya’nın geniş zaman ayıracağı bir yer olacaktı.

Bu zarif yapı, İbn Melek Medresesi’nin hemen yanındaki ferah bir bahçenin içinde duruyor. Çelebi’nin Ferişte lügatini çocukken okuduğunu belirttiği İbn Melek için

Kitabın başlangıcı; ‘hubz’: etmek, ‘kubl’: öpmek olmakla ekmek yemeyi ve insan öpmeyi ilk defa onun kitabından öğrendik,” dediği âlimi anlatırken Tire’deki 30 medreseden birinin onun adına kurulduğunu belirtiyor. Bir yoruma göre bu kütüphane Paşa tarafından medrese öğrencilerinin istifade etmesi için açılmış. Şimdi ise araştırmacılara ve benim gibi meraklılara açık.

Kütüphane’nin müdürlüğünü yürüten Ali İhsan Yıldırım bu tarihi kurum hakkında bilgi verirken Necip Paşa Vakfı’na ait 671 cilt kitap bulunduğunu, tamamının onarım ve bakımının yapıldığını belirterek, daha sonra kütüphaneye kazandırılan nadide eserlerle birlikte yazma ve matbu kitap sayısının 3 bine yaklaştığını anlatıyor. Bu eserler kütüphanenin ana kapısındaki girdikten sonra yapının içinde kocaman bir ahşap mücevher haznesi gibi duran ikinci yapının içinde duruyor. Yeni alfabeyle basılmış 9 bin civarındaki Türkçe kitaplar ise çeperdeki raflara yerleştirilmiş.

Ali İhsan Yıldırım aynı zamanda kütüphanedeki eserlerle ilgili çalışmalar yürüten bir araştırmacı. Kütüphanedeki eserler arasından derlediği “Tezhipli Yazmalar Kataloğu” eserler hakkında bilgi verirken hat ve tezhip örnekleriyle zengin bir görsel şölen sunuyor.

Tire’nin yakın geçmişinde Alay Parkı önemli bir yer tutuyor. Bir zamanlar askeri alan olan park bölgesi daha sonra şehrin yeşil alanlarından biri olarak düzenlenmiş. Ortasındaki süs havuzuyla, geniş çayırlığı ve gölgelikleriyle Tirelilerin zaman geçirmekten hoşlandıkları bir yer. Ancak bu parkın bir başka özelliği Karambol oyuncularının mekânı olması. Karambol sadece İspanya’da ve Tire’de oynanan toplu kukalı bir oyun.

1.Bayezit döneminde İspanya’da engizisyondan kaçan Yahudilerin bir bölümü Tire’ye yerleştirilmiş. Zaman içinde şehrin ekonomi ve kültür hayatında önemli bir yer edinmişler. Gelirken getirdikleri karambol oyunu da çok sevilmiş. Geçtiğimiz yüzyıl başına kadar şehirdeki pek çok kahvenin bahçesinde yer bulan bu açık hava oyunu günümüzde birkaç kahvede kalmış. Özellikle orta yaş civarındaki Tireliler arasında rağbet gören karambol oynayanlara günün her saatinde rastlanıyor. Yılda bir kez de iddialı turnuvalar düzenleniyor. Pazar günleri ise sabahtan akşama kadar Merkez Kahvesinin yanındaki küçük alan oyuncular ve izleyicilerle doluyor.

Ben gittiğimde ortalıkta kimseler görünmüyordu, kahvede iskambil oynayan bir masa ve ocakta bir çaycı vardı. Bir kenara oturup boş karambol sahasını seyretmeye başladım. Üstü çardakla kapatılmış cilalı beton bir bilardo masası görünümündeydi. Uzun kenarı 20 adım kadar, kısa kenarı ise 6 adım kadardı.

Boş masalar arasında dolaşan çaycıya bir ara en namlı karambolcuların adlarını sordum, pek oralı olmadı, iskambil oynayanların yanına gitti. Ben de bir süre sonra kalkıp parkın girişine doğru yürüdüm. Tam çıkmak üzereyken arkamdan biri seslendi. Az önce iskambil oynayanlardan biriydi. Bekledim, geldi, Sezai Akbulut usta karambolculardan biriydi.

“Gel sana bir atış göstereyim,” dedi. Ona da en iyi oyuncunun kim olduğunu sordum, net bir cevap vermedi ama,

“Geçen yılın şampiyonu Koca Mehmet’ti” demekle yetindi, ben de üstelemedim.

Birlikte sahaya girdik. Sezai Akbulut yandaki direkte asılı yazboz tahtasının arkasından avuç içi büyüklüğünde bir tahta top çıkardı. Meşeden yapılan bilye irisi bu toplara “dik” deniyor. Ortaya dikilen dört kukanın adı ise “lek”. Meşeden yapılan lek özel bir tutuşla ve sert bir parmak vuruşuyla beton üstünde yuvarlanarak lekler ve rakip meşeler vurulmaya çalışılıyor. Oldukça incelmiş kurallarla oynanan karambol oyunu Tire de geniş bir izleyici kesimine sahip. Oyuncular meşelerini zeytinyağına yatırıyor, kadifeyle parlatarak saklıyor.

Sezai Akbulut bu oyun sayesinde geliştirilen dostlukların başka hiç bir şeye benzemediğini söylüyor.

Meşenin nasıl tutulacağını gösterdikten sonra ortaya diktiği lekin karşısına geçen Sezai Akbulut bir atışta hedefi vurdu. Ben de denemek istedim, onu taklit ederek işaret parmağımla küçük parmağımın arasına yerleştirdiğim meşeyi kaygan betonda hızla kaydıracak sağlam bir fiskeyle karşıdaki lek’e yolladım. Gidip devirdi. İkinci kez denemedim haliyle, Merkez kahvesinden muzaffer bir edayla çıkıp Uzun Çarşı’ya doğru yürüdüm.

Özcan Yurdalan

Gazella Turizm Turları

Close