Close
Manisa (1. Bölüm)

Manisa (1. Bölüm)

İzmir’den çıktıktan sonra dik bir yamaca tırmanmaya başlayan asfalt, Sabuncubel Geçidi’ne yaklaşırken ormana daldı. Kıvrıla büküle gitmeye başladık. Manisa’ya varana kadar kâh seyrelen kâh sıklaşan ağaçlar arasında yol aldık. Sağımızda solumuzda irili ufaklı yerleşimler vardı.

Efsanelerin dağı Spil’in, 1200 metrelik zirvesine yükselirken eteklerinde bıraktığı vadi yolundan gidiyorduk.

Karaçay Geçidi’ni aştıktan sonra Dağı sağımıza alıp eski mezarlık yanından Manisa’ya girdik. Organize Sanayi Bölgesi sol tarafımızdaydı, şehir içinde şehir gibi göz alabildiğine uzanıyordu.

Uzunca bir süredir dünya pazarlarında yer tutan endüstriyel markalar Manisa’da üslenmişti. Aralarında gıda üretenler de vardı, beyaz eşya üretenler de, ecza firmaları da. Türkiye’nin en gelişmiş ve kapsamlı sanayi alanlarından biri olan Manisa Organize Bölgesi’nde Uluslararası devlerle birlikte dünyaya açılmış yerli markalar da üretim yapıyordu. Bu bölge, uzun tarihi boyunca tarımla geçinmiş şehrin yeni yüzünü temsil ediyordu.

Şehrin sadece ekonomik gelişimi değil aynı zamanda sosyal değişimi de sanayiyle birlikte başlamıştı. “Mesir macunu” ve “sultaniye üzümü” hâlâ Manisa kimliğinin ayrılmaz parçasıydı ancak şehir Türkiye’nin değişimine paralel biçimde yeni bir kimlik ediniyordu. Manisa hızlı bir dönüşüm içindeydi.

Şehrin eskileri, saygın kişileri, kanaat önderleri, edebiyatçıları, sanatçıları bu değişimi görüyor ve gerek maddi değerlerin gerekse kültürel dokunun daha fazla erozyona uğramasından endişe ediyorlardı.

Türkiye’nin iki önemli sanayi şehri olan Bursa ve İzmir’i birbirine bağlayan çift yönlü geniş bir bulvar şehrin yanından geçiyor. Bu bulvar, Muradiye Camii’ni bir su damlası gibi Manisa’ya bırakmış Mimar Sinan’ın adını taşıyor. Şehrin merkezine yerleşmiş üç sultana ait külliyeler Manisa’nın tarih boyunca önemli bir merkez olduğunu gösteriyor. Eskiden beri İzmir Limanı’nı gerek demiryolu gerekse kara yoluyla Anadolu’nun içlerine bağlayan Manisa günümüze kadar önemini korumuş.

İzmir Körfezi’ni arkada bıraktıktan sonra bir çırpıda Manisa’ya geliverdik. Bornova’dan çıkarken seyrelen evler yol boyunca neredeyse hiç eksilmemişti. İrili ufaklı yerleşimlerin çokluğu arabadaki diğer yolcuların da dikkatini çekmiş olmalı ki hayretle,

“İzmir ile Manisa birleşmiş galiba…” dediler.

Kış mevsiminin eskiden nasıl sert geçtiğinden, İzmir ile Manisa’yı birbirine bağlayan bu yoldaki geçitlerden söz ettiler. İlk tipiyle birlikte geçitlerin kapanması nedeniyle yola ayıların kurtların indiğinden bahsettiler. Şimdi ise büyük bir şehrin çevresinden dolaşan devasa otobanda seyirli bir yolculuk yapar gibi gidiyorduk. Yol geniş, rahat ve güvenli görünüyordu. Yolculardan biri, Manisa’da oturup İzmir’de çalışan arkadaşlarından söz etti, bir diğeri tam tersini yapan çok sayıda insan tanıdığını anlattı. Lafa sonradan karışan biri ise yaz aylarında pazar kahvaltıları için sık sık İzmir’e gittiklerini ya da canları deniz havası almak isteyince soluğu Kordonboyu’nda aldıklarını anlattı, o daha sözü bitmeden Manisa göründü.

Size bir çırpıda anlattığım bu yol, Evliya Çelebi’nin de 1671’de izlediği güzergahın hemen hemen aynısı. Ancak ben üç çeyrekte su gibi akıp geldiğim halde Evliya Çelebi, İzmir Manisa arasını kona göçe aşmış. Bu yolun netameli kesimi olan Sabuncubel Geçidi kış aylarında kar altındayken ayrı seyirlik oluyor, hele baharda tabiat gerinerek uyanırken geçişine doyulmuyor. Bu geçit, Evliya’nın kaleminden seyahatnameye,

Tehlikeli Bel olduğu için Ulucaklı Köyü’ne gelindi,” diye düşmüş. Evliya Çelebi, gayet mamur ve müreffeh göründüğünü söylediği Ulucaklı Köyü’nden çıkar çıkmaz, batıya yönelmiş ve dik bir bayırı tırmanmaya başlamıştı. Yolu daha yarılamadan,

“Çadırımızı bir âbıhayat kenarına kurup konduk. Yayla çobanlarından bir semiz kuzu alıp kebap edip zevkimize baktık,” diye anlatacaktı.

Burada tam dört saat zevk ü sefâ edip yokuş aşağı taşlık sarp yollar ile üç saatte inip,” Manisa’ya doğru yola devam etmiş Evliya Çelebi

Bir boğaz ağzında”, dediği Karakoca Köyü’ne varmış.

Karakoca Köyü, günümüzde de Evliya’nın gördüğünden daha büyük ve daha farklı değil. Bugün de onun cümlesini kullanarak,

Bağlı bahçeli mamur bir köydür,” diye anlatabiliriz. Çelebi muhtemelen burada da duraklamış, seyyahlığın meşrebine uygun biçimde ayranlarını höpürdeterek köyün ileri gelenleriyle birkaç saat sohbet etmiştir.

Evliya beraberindekilerle Karakoca Köyü’nden çıkıp yeşillikler arasında ilerleyerek,

“Oradan doğuya tam bir saat bağlar bahçeler içinden geçerek Manisa mahallelerinden Karaköy içinden geçip,” demiş ve şehre vasıl olmalarını beyan etmiş.

Bugün İzmir’den Manisa’ya bir saate kalmadan vardığımızı düşününce,

“Yolun tadını çıkaran kim?

Yolculuğun hakkını veren kim?

Gezerek hayat bilgisi üreten, tanıdığı insanlar arttıkça “sarraflık” mertebesine doğru bir adım daha yaklaşan kim?

Biz miyiz yoksa Evliya Çelebi mi?” sorusu bir kez daha aklıma düştü.

Karaköy üstünden Manisa’ya giren Evliya Çelebi, Kale’ye doğru ilerlemiş. Karaköy’ün Kızılköprü’sünden geçmemiş belki ama bugünkü İvazpaşa Camii, o zamanki adıyla Çaybaşı Camii’ne yakın o eski taş köprüye benzer bir küçük bendi aşmış olsa gerek. Buradan geçerken iç kaleyi de seyretmiş olsa gerek ki ondan sonra,

“Eski Pus Kalesi, Yani Duman Dağı, Sarhan Vilayeti, Büyük Manisa Şehrinin özellikleri,” diye başlık açarak Manisa’yı ballandırmaya başlayacaktı.

Çelebi’yi karşılayan Karaköy Mahallesi, bugün de şehrin en albenili semtlerinden biri. O zamanlar merkezin uzağındaki Mahalle Kale ile birleşerek şehrin ortasında kalmış. Spil Dağı ise bütün Manisa’yı kucaklamaya devam ederken eteklerine tutunmuş Gediz Ovası’nı bereketli sularla besleyen pınarları doğurmaya devam ediyor.

Spil Dağı’nın kuzeyine yerleşmiş şehrin Ova tarafında Ege-Akdeniz havaları esiyor, doğu kesiminde ve yüksek bölgelerinde ise sert kara iklimi hüküm sürüyor. Bu muhteşem yeryüzü kütlesi şehrin havasını belirlediği gibi yerleşim dokusunu da biçimlendirmiş. Dağın uygun koyaklarına gire çıka yayılan ve Ova’yı el değmemiş bırakan tarihi dokunun yerini bugün bereketli tarım alanlarına doğru uzanan binalar ve sanayi yapıları almış.

Evliya Çelebi’nin

“Kalesi şehrin ensesinde Duman Dağı üzerine yapılmıştır,” dediği Manisa Kalesi 350 m. yükseklikteki Sandık Tepe’ye konmuş. Kaleden geriye hemen hiç bir şey kalmamış desem yalan olmaz. Bazı bölümleri yüksek beton binalar arasında kaybolmuş. Evliya Çelebi, çarpıcı hayal gücüne, yaratıcı üslubuna ve keskin algılarına rağmen yerle bir olmuş kalenin orasında burasında tuhaf binaların yükseleceğine ihtimal vermemişti muhtemelen ki şöyle heybetli bir tablo sunar kaleminden:

“Beş köşe şeddadi taş yapı bir kaledir. Çepeçevre büyüklüğü 2.200 adımdır. Ve dört tarafında asla hendeği yoktur. Zira kızıl kara taşlık üzerine yapılmış olup etrafı gayya kuyusuna benzer,” dediği kaleye bugün bakan benimki gibi biçare gözler hiç bir şey göremez. Kale nerededir, şekli nasıldır, büyüklüğü ne kadardır… kestiremez. Evliya Çelebi buralarda gezinirken kalenin içinde yaşayan insanlardan söz ederek,

“Bu kale içinde 30 hanedir. Ve iki su sarnıcı, buğday ambarları, cebehane ve 1 küçük cami vardır,” der. Şimdi ise makilere terkedilmiş viranedir.

Evliya Çelebi’nin aşağı şehirden tam 4 bin adımda çıkılır diye ölçü verdiği Kale’ye ben çarşı içinden tam dört bin adımda çıktım. Evliya yürümeye nereden başladı bilmiyorum ama zanaatkarlar döneminin geleneksel çarşısı başlangıç için iyi bir noktaydı.

Çelebi’nin sözünü ettiği iç kalenin ilk ne zaman yapıldığı bilinmiyor. Şehri kuran Magnetler kavmine kadar uzandığı düşünülse bile bu konuda yeterli belge henüz bulunamamış. Günümüzdeki kalıntıların ise Bizans döneminde, 1222 yılında yapılan kaleden artakalanlar. Evliya Çelebi’nin,

“Selçuklulardan Sultan Alâeddin beylerinden Sarhan Bay Rum keferesi krallarından Puskopo adlı kralın elinden zorla fethedilmiştir,” dediği kale 1313 yılının Ekim ayında Alpagı oğlu Saruhan Bey’in komutasındaki askerler tarafından fethedilmiş. Bu mamur şehir çok geçmeden Saruhanoğulları Beyliği’nin merkezi olmuş.

Saruhan Bey’in türbesinden başlayarak Spil Dağı’nın etekleri boyunca yapılan seyirli bir yürüyüşün ardından bir başka makama varılıyor. Çelebi’nin

“Şehrin doğu tarafında bir yüksek mesiregâh yerde bir Hazret-i Mevlana Tekkesi var, acayip dinlenme ve gezinti yeri Mevlevihanedir. Semahanesi ve pek çok derviş odaları ile mamurdur,” dediği yere geldim.

Şehri en güzel gören yerlerden biri olan Mevlevihane, mankenlerle yapılmış canlandırmalarla birlikte müze olarak düzenlenmiş. İshak Çelebi için 1369 yılında mimar Emet bin Osman tarafından yapıldıktan sonra büyük değişimler geçirmiş. Yıllar içinde yapılan eklentiler, onarımlar nedeniyle esas halinden pek eser kalmamış. Bugün müze olarak kullanılıyor ayrıca Celal Bayar Üniversitesi Manisa ve Yöresi Türk tarih ve Kültürünü Araştırma ve Uygulama Merkezi olarak kullanılıyor. Bir de avlusu yaz aylarında Evliya’nın dediği gibi, “mesiregâh” seyirli mekân, gönül ferahlatan yer.

Mevlevihane’den Manisa’yı kuşbakışı seyrederken tanıdık binaları gördükçe şehrin tarihi dokusunu daha iyi anlıyorum. Ancak yine buradan bakınca günümüzdeki yapılaşmanın uzun vadeli bir planlamanın eseri olmadığını ve şehrin ürkütücü bir hızla yayıldığını daha iyi görüyorum.

Yeşillikler içindeki Mevlevihane avlusundan bir sıçrayışta Ulucami’ye varacakmış gibi duvarın üstüne çıktım, bacaklarımı gererek aşağıya baktım. Yeni Han ve Kurşunlu Han eski şehrin önemli binalarıydı.

Yeni Han Karaosmanoğlu ailesi tarafından yaptırılmış. Ferah bir avlusu ve üst katında 33 odası olan yeni han onarılarak 2005 yılında yeniden kullanılmaya başlamış. Bugün çeşitli dükkanlar ve bir sanat galerisi ile çeşitli atölyeleri barındıran Han’ın avlusu kafe olarak düzenlenmiş. Gündüz Akagündüz’le de orada buluştuk. Gündüz fotoğraf sanatıyla uğraşıyor, gençlerle çalışmalar yapıyor ve Mesir Şenlikleri kapsamında fotoğraf etkinlikleri düzenleyen grubun içine bulunuyor. Şehrin hafızasında fotoğrafların önemli bir yer tuttuğunu söyleyen Gündüz, Türkiye’nin dört tarafından gelen fotoğrafçıları ağırladıkları etkinlikler kapsamında fotoğrafın farklı boyutlarının ele alındığı paneller düzenlediklerini, sergiler açtıklarını, gösteriler yaptıklarını anlatıyor ve fotoğraf sanatının gençler arasında giderek yaygınlaştığını söylüyor. Yeni Han’dan çıkınca Dr. Sadık Ahmet Caddesinden yürüyerek bir çeyreğe varmadan Kurşunlu Han’ın önüne gelinir.

Kurşunlu Han, Hatuniye Camisi ile birlikte II. Bayezit’in eşi Hüsnüşah Sultan adına 1488’de yapılmış. Evliya Çelebi’nin,

“Evvela Tahıl Pazarı Hanı, kurşunlu kale gibi 40 ocaklı ve 40 kubbeli büyük handır, bütün arap ve acem bezirganları orada kalırlar, ismine Hatuniye Hanı derler.” diyerek anlattığı iki katlı hanın alt katında 36 üst katında 38 oda bulunuyor. Ayrıca dış tarafta 21 dükkanı bulunuyor. Bu muhteşem yapı günümüzde öğrencileri ağırlayan bir yurt olarak kullanılıyor.

Hatuniye Hanı’nın arkasında Hatuniye Camisi, onun arkasında yemyeşil Emekliler Parkı, onun bitiminde ise zarif Valilik binası bulunuyor. Bu hat, Manisa’nın Osmanlı ekseniyle Cumhuriyet yapılanmasını teşkil eden eksenlerden biri.

Aynı hattın bir başka ekseni ise Çeşnigir Camii, Esnaflar Parkı, halen restorasyonu süren Bedesten ile Belediye binası. Bütün bu yapılar Mevlevihane’nin avlusundan açık seçik görünmüyordu ama Ulu Camii rahatça seçiliyordu.

Ulu Cami, Osmanlı şehzadelerinden önce Saruhanoğulları döneminde Fahreddin İlyas Bey tarafından 1366 yılında yapılmış. Şehre hakim konumdaki bu büyük yapıya Fethiye Medresesi de deniyor. Kitabesinden anlaşıldığına göre mimarı Emet bin Osman. Ancak kitabede bir kayıt daha var ki o da yapının iki nakkaşını bize tanıtıyor: Mehmet bin Abdülaziz ve Nakşî Yusuf ki onların ellerine sağlık, yapıyı nurla bezemişler.

Ulu Camii ile başlayan ve geçmişi günümüze bağlayan diğer eksen ise Muradiye Camii, Saruhan Parkı ve Sultan Camii.

Dağın yamacına yaslanmış mahallenin içinden geçen Kumludere Caddesi’nin iki ucu, Manisa’nın iki gözde mekanına açılıyor. Caddenin güney ucunda Ağlayan Kaya, kuzey ucunda ise Aynali Cami ve Kahvesi bulunuyor. Bundan ötesi verimli Gediz Ovası.

Niobe Kayası, daha yaygın bilinen adıyla Ağlayan Kaya, bir büyük aşk hikayesinin ve aynı zamanda gururu kırılan bir kadının kibrine yenik düşen bir başka kadından aldığı intikamın hikayesidir.

Yaşadığımız toprakların en eski destanlarından birini yazan Homeros’un anlattığı Ağlayan Kaya hikayesi günümüze kadar gelmiş.

Destancı ozan Homeros’un kahramanı, taş kestiği halde göz yaşları kurumamış bir kadın. Spil Dağı’nın eteklerinde binlerce yıldır öylece duran, çığlık atıyormuş gibi görünen büyük bir kaya bu. Onun acıklı hikayesine ve dinmeyen acısına tanık olmak için Manisa’ya gelenler Ağlayan Kaya’yı görmeden gitmiyor; bu sayede insanlık tarihinin en eski destanlarından biri yaşamayı sürdürüyor.

Bir akşamüstü Saruhan Parkı’na çöken serin havayı avucumda buharları tüten çay bardağıyla savuşturmaya çalışırken Ağlayan Kaya’nın hikayesini, Bedriye Aksakal’dan dinleyecektim.

Sırtımı Spil Dağı’na vermiştim, tam karşımda Sultan Camii, sağ tarafımda ise Muradiye Camii bütün ihtişamıyla duruyordu.

Muradiye Camii, Evliya Çelebi’nin, Fethiye Medresesi’nin çınarlarını anlattıktan sonra fasıl açtığı bir büyük külliyeydi. Evliya’nın dilindeki parıltılar ile Muradiye’nin parıltıları bir araya gelince asıl bu hakirin gözleri kamaştı. Avucumda tuttuğum çay bardağından dem buhurları yükseliyordu ve ben seyahatnamenin Manisa faslında Muradiye Camii’ni okuyordum:

“İki minaresi var ki her biri göklere yükselmiş şeşhane minarelerdir. Kadehleri öyle sanatlıdır ki mermer ustası buna var gücünü sarf edip ustalığını göstermiştir. Ta zirvesinde bulunan altın yaldızlı alemler 5 saatlik yerden gözükür. Dikkatle bakıldığında insanın gözbebekleri kamaşır ve âlemi aydınlatan güneş yeryüzünde ışıklarını saldığında bu minarelerin Abbasî alemlerine aksi vurunca bu iki alemin parıltısı Manisa şehrini ve onunla birlikte ovayı aydınlatır…”

Çelebi’nin dilini ballandıran bu yapı Mimar Sinan’ın Ege bölgesindeki son eseri kabul ediliyor. Yapıyı ustasının planları üstünden Mimar Mahmut Ağa inşa etmeye başlamış, eseri tamamlamak ise Mimar Mehmet Ağa’ya kısmet olmuş.

Sultan III. Murad adına yapılan Muradiye Camii medrese, imaret, dükkanlar ve daha sonra eklenen kütüphaneden meydana gelmiş bir büyük külliye. Bir zamanlar imaret olarak kullanılan yapı daha sonra Manisa Arkeoloji ve Etnografya Müzesi olarak kullanılmış. Evliya Çelebi bu yapı hakkında,

“Camiin minberi, mihrabı, şeyh kürsüleri, dört tarafındaki tabakaları, maksureleri, müezzinler mahfili, diğer avizeler, askıları çeşit çeşit hüsn-i hatları, dört tarafında olan pencereleri, billur, necef ve moran camları ve diğer eserlerinin özelliklerini birer birer anlatıp yazsak bir kitapçık olur,” dedikten sonra bize söz kalmaz.

Ancak, bugün yüksek beton binalar arasında kalmış Muradiye Camisi’nin ışıltılarını görebilmek için bir hayli yakınına sokulmak gerektiğini, mermer nakışını çini bezemesini dikkatle incelemek gerektiğini söylemeliyim; muhteşem ceviz kapısının dökülmüş sedef işlentisini belirtmeden geçemem. Ceviz ağacından cümle kapısının bronz tokmakları ise çok önceden kaybolmuş ancak küçük bir nakışlı kapıdan girilen Hünkar Mahfili’nin ahşap işleme tavanı bugün de gerçek bir sanat eseri olarak gözleri gönülleri ferahlatıyor.

Saruhan Parkı’ndaki heykelli türbe Saruhan Bey’e ait.

Benim Manisa’da gezindiğim günlerden tamı tamına 699 yıl önce bu topraklara ayak basmış Saruhan Bey şimdi Kale’nin eteklerindeki bu türbede yatıyor. Türbenin yanına heykeli dikilmiş, kitabesi konulmuş ama orijinal yapı konusunda net bilgilere ulaşılamamış. Gördüğü eserlerin kitabeleri ve kayıtları konusunda hassas olan Evliya Çelebi’nin de türbeden söz ederken kitabeye değinmemesi de kayıtların çok önceden kaybolduğunu gösteriyor.

Saruhan Bey Türbesi’nde araştırmalar yapan İlhami Bilgin, bugün oldukça mütevazı görünen yapının çeşitli eklentileri olan daha büyük bir külliyenin parçası olduğunu tespit etmiş.

Türbenin karşısında duran Sultan Camii’nin etrafından yeni model binek arabaları, küçük kargo araçları, irili ufaklı kamyonetler, motosikletler, şehir içi minibüsler geçiyor. Camiin iki tarafı ana cadde diğer iki tarafı ise hayli geniş yemyeşil bir park. Parkın içinde bugün de kullanılan Sultan Hamamı ile Hafsa Sultan Bimarhanesi bulunuyor.

Yapılara adını veren Hafsa Sultan, Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi. 14. yy’da Kanuni Manisa’da Sancak Beyi göreviyle İmparatorluk yönetimine hazırlanırken bu külliyeyi annesi adına yaptırmış.

Mesir Şenlikleri de Sultan Camii’nin çevresinde yapılıyor. Bütün Türkiye’nin yakından bildiği mesir törenleri Manisa’nın gerçekten şenlikli zamanları. Ancak bu şenliğin havasını hissetmek için mutlaka festival günlerine denk gelmek gerekmiyor. Etkinlikler sırasında o mahşeri kalabalığın arasında minareden şifa niyetine savrulan mesir macunlarını kapmanın heyecanını yaşamak ayrı bir tat biliyorum fakat Manisa’nın ruhu sadece mesir ile sınırlı değil.

Sultan Camii’nin çevresi yıl boyunca o coşkulu heyecanın izlerini taşıyor. Paketlenmiş mesir macunu satan şekerci dükkanlarından bakkallara ve büfelere kadar çevredeki pek çok işletme o günü hatırlatan hediyelikler satıyor. Bu sayede benim gibi erkenci ziyaretçiler ya da geç gelenler Manisa’dan macunsuz, eli boş dönmüyor.

Saruhan Parkı’nda tam kıvamında demlenmiş çayı yudumlarken arada birkaç ısırık da jelatinini sıyırdığım mesir macunundan alıyorum. Rayihası, lezzeti kendine özgü; damakla ilk teması hemen hissediliyor. Varlığını keskin bir rayihayla duyuran ilginç bir tadı var. Kıvamlı, sert, uyarıcı. Giderek yumuşuyor, siz ona alışıyorsunuz o size saklı lezzetlerini sunmaya devam ediyor; kâh acı kâh buruk, kâh balkaymak…

Mesir macunu hakkında rivayet muhtelif. Konuştuğum Manisalılardan en az üç dört farklı mesir yorumu dinledim. Bu durum tıpkı Niobe’nin hikayesi gibi Anadolu kültürünün kadim zamanlarına inen güçlü bir kültürel damara işaret ediyor, toplumsal hafızadaki “geçmiş” algısının asırlarla değil bin yıllarla ölçülecek derinliklere sahip olduğu anlaşılıyor.

Bu şenlikleri ve macunun terkibini Sümer, Hitit, Fenike uygarlıklarına kadar götürenler olduğu gibi, araştırmacı yazar Hüseyin Akgül’ün yorumuyla büyük bir sağaltıcı hekim olan Merkez Efendi’ye bağlayanlar da var. Nihat Yörükoğlu ise İbn Sina’nın terkibi olan Mesr-o zitos adlı panzehirden istifade eden Merkez Efendi tarafından hazırlanmış bir macun terkibi olduğunu öne sürüyor.

Yavuz Sultan Selim’in eşi ve Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan Manisa’da hastalanınca Sultan Medresesi’nin başında olan Merkez efendi 41 çeşit bitki ve baharatı karıştırarak bir macun hazırlamış. Bu sayede şifa bulan Sultan bu karışımın başka hastalar için de kullanılmasını istemiş. Macundan şifa bulanların sayısı arttıkça talep de büyümüş ve sonunda mesir macunu nevruz günlerinde Sultan minaresinden törenle halka dağıtılmaya başlamış.

Macun hazırlanırken Sultan Külliyesi’ndeki Bimaristan’da tedavi gören akıl hastaları da çalışırmış; onların dövüp kardıkları macunların özel gücü olduğuna inanılırmış. Velhasıl bu topraklarda yüzyıllardır süren derin bir gelenektir mesir ve her yıl Nevruz’u da içine alan bir hafta boyunca Manisa’nın nabzı Sultan Camii dolaylarında atar. Şenlikler bittikten sonra da durmaz, yavaşlayarak da olsa devam eder.

Son yıllarda dini merkezleri görmek için hazırlanan gezi programlarının sayısı hızla çoğalıyor. “Ziyaret Turizmi” gelişiyor ve başlı başına bir sektör haline geliyor. Bu akış içinde Manisa da yıl boyunca değişen sayıda ziyaretçi ağırlıyor. Sultan Camii ise bütün sadeliği ve iki zarif minaresiyle gelenleri kabul ediyor. Ancak turizm sektöründe çalışanlar Manisa’da çok az sayıda konaklama yapılmasından, turistleri şehirde tutacak programların olmamasından ve yeterli konaklama tesisi bulunmamasından yakınıyor.

Close