Close
İznik (1.Bölüm)

İznik (1.Bölüm)

Bir tarafını lacivert sulara yaslamış bu şehir, yerleştiği bereketli topraklarda çevresini iki kat surla çevirmiş. Dört kapısı dört yöne açılan, Anadolu’nun en hareketli kervan yollarının üstünde kalan bir başka şehir olsa olsa İznik kadar güzel olabilirmiş. Şimdiki zamanlarda beş büyük saltanat devrinden art kalanlarla yetinerek kendi kozasını örmeye çalışıyor.

İznik bu gün de Evliya Çelebi’nin,

“Göl kıyısında bir düz, geniş verimli alanda dörtgen şeklinde tuğladan, Şeddad yapısı gibi bir Ferhad yapısıdır. Her tuğlası onar okka olmak üzere kızıl taşa benzer tuğla, horasan, kireç ve cibis ile yapılmış sağlam bir kaledir,” diye anlattığı surların arasında yaşıyor.

İlk kuruluşunda küçük bir alanı çevreleyen, daha sonra genişleyerek bu günkü yerini bulan surların içinde neredeyse 1750 yıldır konumunu değiştirmemiş. Güneyinde ve kuzeyinde ufak taşmalar olmasına rağmen hâlâ süslü bir kemer gibi kuşandığı surların içindeki halinden hoşnut görünüyor.

Hiç kuşku yok ki şehre girdiğim andan itibaren ayağımı bastığım her yer binlerce yıldır burada süren hayatın, zengin kültür katmanlarının ya da altüst olmuş zamanların izlerini taşıyordu. Her köşesi insanlık macerasının irili ufaklı girdaplarını yaşamıştı.

Şehir küçük, surların çevresi fırdolayı beş kilometreden az kısa, 4.970 metre. Evliya Çelebinin ölçüsüyle söyleyerek,

“6.000 germe adım,” dersem daha uygun bir ölçü vermiş olurum bence. Eni boyu bu kadar olmasına rağmen tarihi derinliği, kültürel katmanları öyle kolay ölçülecek gibi değil, hatta muamma.

Sanat tarihi ve Roma konusundaki değerli çalışmalarının yanı sıra İznik hakkında kapsamlı araştırmaları yayınlanan Prof. Semavi Eyice şehrin önemini,

“Anadolu’nun en önemli tarihi beldelerinden biridir,” diye vurguladıktan sonra “tarih öncesi çağlardan yakın zamana gelinceye kadar burada yaşayan insanların bıraktıkları kalıntıların bu küçük şehrin tarihindeki zenginlik ve renkliliğin açık belgeleri olduğunu” söylüyor ve “Marmara denizine yakınlığı, çok verimli topraklarla çevrili bir gölün kıyısında oluşu, Anadolu’nun en eski ve en işlek yolunun üzerinde bulunması, İznik’in gelişmesinde rol oynayan başlıca unsurlardır,” diyor.

 ESKİ BİR HARİTA

Eğer ki Marmara Denizi, Gemlik Körfezi’nde gelip durmasaydı, burnunu biraz daha karaya doğru sokmuş olsaydı, İznik Gölü bu iç denizin ikinci büyük körfezi olacaktı. Kuzeyde İzmit, güneyde İznik…

İlkokul atlasıma gözümü dikip uzun uzun seyrederek şeklini bellediğim Anadolu coğrafyasını defterime ezbere çizerken en sevdiğim kısım İstanbul Bursa ve Çanakkale üçgenine sevimli bir yaratık gibi oturup burnunu İzmit’e yaslamış olan Marmara Denizi’ydi. Kuyruğuyla burnunu hallettikten sonra hafifçe öne doğru uzanmış ayağının ucuna Gemlik’in noktasını koyar, hemen doğusuna da İznik Gölü’nü güzelce çizerdim.

Denizlerin sınırlarını kuru boya takımımdaki en sevdiğim lacivertle ince ince tararken İznik Gölü tamamen lacivert kaplanırdı. Tabi o zamanlar ben her yıl 15-23 Eylül tarihleri arasında, gölün tıpkı benim harita renklerim gibi o harikulade lacivert tonlara bürünerek muhteşem bir gün batımına sahne olduğunu bilmiyordum. Aynı lacivertin ve sulara düşen güneş kırmızısının İznik çinisine yansıdığından ise hiç haberim yoktu.

Haritama adını “Marmara” diye yazdığım o sevimli yaratığın ayak ucundaki lacivert göl ile Anadolu’daki bir başka su, Efsanevi Dicle Nehri aynı renk olurdu; Cizre’de Cudi Dağı’nın eteklerinden geçerek Türkiye topraklarını terk edene kadar uzayan lacivert bir çizgiydi Dicle Nehri…

İşte o zamanlar bilmediğim bir şey daha vardı. Bu küçük gölün kıyısındaki kadim şehir İznik ile o efsane nehir Dicle’nin kıyısındaki Cudi Dağı arasında bir ilişki olabileceği hiç aklıma gelmezdi. Meğerse Evliya Çelebi işin aslını bilir, benim onu öğrenmem için de aradan elli yıl kadar geçmesi gerekirmiş:

“Yunan dilinde yazılmış Yanvan Tarihi’nde bu İznik Kalesi’ni ilk defa yapan Nuh Eleyhisselâmın oğlu Sam’dır. Tufandan sonra Musul yakınında Cudi Dağı’nda gemileri karar bulur. Gemiden çıkan70 nefer kimse kendilerine yerleşmek için güzel bir mekan aramaya başlarlar. Hazret-i Sam seyahat ederek bu İznik mahalline gelip görür ki bir göl kenarında suyu ve havası tatlı güzel bir yerdir. Çoluk çocuğuyla bu iç açıcı yerde 70 sene oturarak imar eder,” diyor Evliya Çelebi. O diyorsa vardır bir bildiği…

İznikli balıkçılar da aynı fikirde. Bir farkla ki onlar Nuh oğlu Sam’ın kurduğu şehrin yerini de bilirler. Suların çekildiği zamanlarda ağlarının o eski şehrin minarelerine takıldığını anlatırlar. Hatta güneşin parlak günlerinde suların dibindeki binaları gözleriyle gördüklerine yemin ederler. Bu söylentinin kaynağında ise bir hakikat yatar. Antik Basilinopolis şehrinin İznik Gölü’nün suları altında olduğu bilinir. Kurak mevsimlerde göl çekilince binalardan bazıları ortaya çıkar.

İşte böyle kadim bir yerleşim burası ve kuruluş efsanesinin Anadolu’nun bir ucundan diğerine uzanan derin bir bağlantıyla anlatılması bir başka gerçeğe işaret ediyor: İznik gibi Cizre’de tarih içinde Anadolu ticaret yollarının önemli bir menzili, zengin bir konağı olmuş. Birine Gemlik imanından kalkan deve yüklü kervanlar gelirmiş, ticaretini yapıp hazırlığını tamamlayan bezirgânlar Anadolu’nun içlerine doğru yoluna devam edermiş.

Cizre iskelesine varan kervanlar yüklerini indirdikten sonra tedarikini tekmil edip mallarını keleklere yükleyerek Cudi Dağı’nın eteklerinden Basra’ya kadar Dicle’nin coşkun lacivertine bata çıka götürürmüş.

Haliyle Cizre ile İznik arasındaki bağlantı sadece malların el değiştirmesine yol açmamış, kültürel etkiler yaratmış, fikirler, şiirler, masallar, efsaneler de gidip gelmiş.

Olay sadece ilkokul defterlerine lacivert kalemle çizilmiş göller ve nehirlerden ibaret değil yani. Hayat hiç alakaları yokmuş gibi görünen pek çok şeyi birbirine bağlayarak akmaya devam etmiş.

 DÖRT KAPILI ŞEHRE DOĞRU

Gölün batı yakasından güneye, İznik’e doğru inerken bereketli topraklardan geçiyoruz. Memleketin neresinde bir göl varsa onun kıyısında Adı Gölyaka olan bir yerleşim bulunur.

Suları seyrederek geldiğimiz yol Gölyaka’dan sonra doğuya yöneldi, Paşapınar’a kadar tepeleri seyrederek gittik. Sonra bütün güzelliğiyle laciverdî göl tekrar karşımıza çıktı.

Çok geçmeden Müşküle tabelası sağ yanımızda belirdi. Eğer devam etmeyip de yamaca saran Müşküle yoluna girseydik, çınarları, eski yapıları, dört yüz elli yıllık mezar taşları, güler yüzlü insanları ve eğer mevsimiyse bal kokulu üzümleriyle bilinen bir küçük köye çıkacaktık.

Suyun kıyısından ayrılmadan İznik’e doğru yola devam ettik. Sağ yanımızda yemyeşil tepeler uzanıyordu. Her biri bakımlı meyve bahçeleriyle doluydu. Bu topraklar İstanbul’un sebze ihtiyacını büyük oranda karşılıyordu.

İznik’in Yenişehir Kapısı’na güneyden yaklaşıyorduk. Evliya Çelebi bu yolun diğer ucundan şehre girmişti. İstanbul kapıya gelene kadar geçtiği yolları,

“Yalakâbâd (Yalova) Kalesi’nden beri Kıkgeçit derelerini kırk kere geçenler kılavuz olup yolları temizlemekle görevli reâyâlardır, ama gayet mamur olacak yerlerdir. Yaz ve kışta kırk geçit derelerinde ve Yalâkâbad Kalesi derelerinde aslâ ve katâ haramîlerin gizlendikleri ve barındıkları yataklardır. Her zaman güvenlik değildir, tehlikeli yerdir. Buradan yine kıble yönüne dağlar üzere sık ağaçlı ormanlar geçip İznik Gölü kenarında…” diye anlatıyordu.

Bizim seyirli bir yolculukla yaklaştığımız Yenişehir kapısı şehrin dört kapısından biri; güneye, Bursa yoluna açılan büyük bir kapı.

İznik’e bir kapısından girip hiç sapmadan gidilirse diğer kapısından yine bereketli topraklara, bağlara bahçelere çıkılır. Eskiden olduğu gibi bugün de böyle, fazla değişen bir şey olmamış. İznik’in binlerce yıllık yerleşim planı neredeyse olduğu gibi kalmış. Hipodamus planı denilen bu ızgara yerleşim tarzı ilk kez Anadolu’nun eski kentlerinden Priene’de uygulanmış, ufak tefek değişiklerle günümüze kadar gelmiş.

Roma şehirlerinin birbiriyle dik kesişen iki eksen üstüne kurulmuş olması bugünkü İznik kent dokusunda da görülüyor. Eski şehirde kardo maksimus diye tanımlanan ana cadde bugünkü Atatürk Caddesi olmuş. Caddenin iki başında Yenişehir Kapı ile İstanbul Kapı bulunuyor. Atatürk Caddesi’ni tam şehir merkezinde kesen kardo documanus, bugünkü adıyla Kılıçaslan Caddesi’nin ise batı ucunda Göl Kapı, doğu ucunda Lefke Kapı bulunuyor.

Şehre girmek üzereyken Evliya Çelebi’nin,

“Dört köşesinde dört kapısı var. Gölkenarı kapısı, batı tarafına bakar, göl de kalenin batı tarafındadır. Yenişehir Kapısı ve kale duvarında sarmaşık sarılmıştır,” dediği Yenişehir Kapı’nın dışına arabayı çektim. Sarmaşıklarla kaplı duvarlar yoktu, ama elden geçirilmiş güzel bir kent kapısı karşımda duruyordu. Kışın son demleriydi, henüz ne toprak ne de göl uyanmıştı, erkenci güneş ışınları hepimizi hayata çağırıyordu. Göle doğru uzanan sur boyundan gelen bir traktör o bildik homurtusuyla kemerli kapıdan geçip şehre girdi.

İki tane kallavi kulenin arasında kalan iç içe çift kapı, I. yüzyılda Roma İmparatoru Cladius zamanında yapılmış. Tuğla kemerli kapının üstündeki izlerden çift kanatlı olduğu anlaşılıyor.

Evliya Çelebi,

“Şehir naibi ve kapan muhasibi vardır ama iç il olduğundan kalesinin dizdarı (kale muhafızı) ve askerleri yoktur,” dedikten sonra,

“Ancak celâlî ve cemalî korkusundan birkaç kuleleri bakımlı ve kapıları kapalıdır,” diye eklediğine göre bu kapılar XVII. yüzyılda da güvenlik nedeniyle kapatılıyordu.

Dünyanın farklı bölgelerinde çeşitli şehir surları gördüm, ancak düz alana kurulmuş bu kadar güçlü başka bir yapı görmedim. Ayrıca İznik surları kadar ilgiden mahrum kaldığı halde bu kadar iyi durumda bir başka şehir suru bilmiyorum; kuşattığı şehri hâlâ koynunda tutan da yok zaten. Pek çok eski şehirde sur varsa bile şehrin içinde sıradan birer duvar halinde kalmış durumdalar.

İznik surları, aralarında 16 metre boşluk bırakılarak paralel çekilmiş iki sıra duvardan oluşuyor. İç surlar dış duvarlardan 1 metre kadar yüksek. Şehir göl kıyısına kadar indiği için sahile açılan kanal sayesinde dış surların önüne çepeçevre kazılan hendek sularla doldurularak güvenlik pekiştirilirmiş. Böyle mukavim bir yapı işte. Evliya Çelebi’nin,

“Tamamı birbirine yakın 366 kuleleri vardır ama bedenleri yer yer zamanın geçmesiyle harap olmuştur. Çevresinde bulunan hendeği toz toprak ile dolmuştur,” dediği günden bu yana sanki hiç zaman geçmemiş. Aniyle vaki.

 DOĞU VE BATI KAPILARI

Yenişehir Kapısı’nın tam karşısına, şehrin öteki ucuna denk gelen İstanbul Kapısı ise tam bir anıtsal yapı. İmparator Hadrianus’un zamanında, hükümdarın şanına yaraşır biçimde zafer takı şeklinde yapılmış. Kapının iki yanında yayalar için geçitler açılmış, ayrıca nöbetçi hücreleri konulmuş.

İstanbul Kapı’nın en ilginç yanlarından biri tiyatrodan getirilmiş iki maskın girişe yerleştirilmiş olması. 1938 yılında yerlerinden düşen bu masklar tamirat sırasında ters yerleştirilerek doğudaki batıya batıdaki ise doğuya konmuş. Bugün hâlâ öyle duruyor.

Şehrin batısındaki Göl Kapı’dan bir iz bulunmuyor, çoktan yok olup gitmiş.

Doğudaki Lefke Kapı ya da hac yolundaki kervanlardan kalma adla Şam Kapısı bütün karmaşasıyla yerinde duruyor. Kapının bana karmaşık görünmesinin nedeni yan unsurlar bakımından gayet zengin olması. Çevre odaları, yaya geçitleri, heykel nişleri, kapı oyuklarıyla birlikte çok boyutlu bir yapı burası.

Bugün şehir kodundan aşağıda kalan Lefke Kapı’ya basamaklarla iniliyor.

Ayakta duran diğer kapılar gibi burası da aralarında 10-15 metre açıklık bulunan iç içe iki yapıdan oluşuyor. İç kapıdaki taş sütunlara açılmış iri oyuklar inip kalkarak çalışan bir kapı kanadının varlığına işaret ediyor.

İznik’te sadece surları ve kapıları gezerek uzun zaman geçirebilirim. Şehrin duvarlarına yakın işliklerde bir zamanlar fıçı imal edilirken günümüzde durup dinlenmeden meyve kasası yapan marangozhanelerdeki hummalı faaliyeti seyredebilir ya da yorulunca sırtımı kapılardan birine dönüp dümdüz yürüyerek bir çeyreğe kalmadan şehir merkezine varabilirim.

ORHANGAZİ CAMİİ

Merkezdeki Ayasofya şehrin en önemli eserlerinden biri.

Evliya Çelebi’nin,

“Fetih sırasında kiliseden çevrilmiştir. Bu eski ibadethane, kurşun ile büyük cami çarşı içinde olduğundan kalabalık cemaate sahip bir minareli melik camiidir. Ancak yandığından dolayı (…….) tarihinde Süleyman Han Mimar Sinan’a tamir ettirmiştir,” diye anlattığı bu güzel yapı Orhan Gazi Camii diye de biliniyor. Günümüzde bir hayli yükselmiş olan şehir zemininden aşağıda kalmış.

Merdivenlerle inilen ana kapıdan içeri girince ferah bir mekan karşılıyor insanı ancak yerleşmiş bir ibadethane görüntüsüne sahip değil. Kilise olarak kullanımı yüzlerce yıl önce sona ermiş. Bir dönem müze olarak yararlanılmış, bir süredir de cami olarak kullanılıyor.

Yapının inşa tarihi 4. yüzyıla uzanıyor. 787 yılında 7. Ruhani Konsil burada toplanmış. Bu toplantı sadece Hristiyan inancının önemli eksenlerinin belirlenmesi bakımından değil, batı kültürü ve sanatının inşası açısından da önem taşıyor.

O dönemde toplumda İkonaklazm denilen, dini hikayeleri ve din büyüklerinin resimlerle anlatılmasını yasaklayan anlayış egemenmiş. Dini konuları da içeren her tür resim ve heykel bu yasak kapsamına giriyormuş. Bu nedenle Hıristiyanlık tarihinde yaşananları doğrudan gösteren resimler yerine sembollerle ifade önem kazanmış. 787 yılında Roma İmparatoriçesi İrene, resim ve heykel yasağının kaldırılması için dini önderlerden oluşan Konsilin toplanmasını sağlamış ve tarihe 2. İznik Konsülü olarak geçen bu toplantıyla birlikte suret yasağı kalkmış.

325 yılında toplanan 1. İznik Konsili Katolik, Ortodoks ve Protestan Kiliselerinin bu gün de ortaklaşa kabul ettikleri metinleri ortaya çıkarırken, 2. Konsil, resim ve heykel sanatının geleceğini belirleyen, günümüz sanatında iz bırakacak bu kararla kapanmış. İznik ve Ayasofya Camii bu nedenle Hıristiyanlık ve sanat tarihinde önemli bir yer tutuyor.

İznik Ayasofya Kilisesi’ni Orhangazi 1331 yılında camiye dönüştürmüş. Kanuni zamanında Mimar Sinan bir mihrap ekleyerek yan neflerde büyük kemerlerle kurulan açıklıklar oluşturulmuş.

Daha sonra bina uzun süre harap halde kalmış. 2007 yılında restorasyon çalışmaları başlamış. Yapılan onarımın tarihi yapıyı bozduğu tartışmaları bugün de devam ediyor.

2011 yılında 90 yıl aradan sonra cami olarak tekrar ibadete açılmış. İznik’e gelen gruplar şehri gezmeye buradan başlıyor.

 HAYRİ MARKET

Kâh Evliya Çelebi’nin izinde, kâh kendi meşrebimce Anadolu’da dolaşırken hemen her şehirde peşlerine düştüğüm, değerli çalışmalarından bir şeyler öğrenmeye çalıştığım derlemeciler, araştırmacılar, yazarlar, şairler vardı. Onların varlığıyla birlikte şehrin zenginliği demeyeceğim ama asıl derinliği ortaya çıkıyordu. Benim gözümde şehirleri geleceğe taşıyacak olanlar ve bugünkü ticaretin, sanayinin, tarımın, kentleşmenin, yapılaşmanın cirmini asıl ortaya koyacak olanlar, şehrin kültürel birikimini, iç zenginliklerini yansıtan o insanlardı. Bu nedenle gittiğim yerde yaşayan şairlerin, yazarların, araştırmacıların eserlerini, çalışmalarını, değerlendirmelerini daima önemsedim…

İznik’te Hayri Market’in camekanı arkasında oturan genç bir adam oldukça ilginç bir portre çizdi gözümde.

Ayasofya Camiinden çıkmış İstanbul Kapı’ya doğru yürüyordum. Geniş bulvarın üstünde sıradan yapılar, birkaç katlı apartmanlar, bankalar, marketler, ışıklı vitrinlerle herhangi bir Anadolu kasabasından farklı olmayan şehir merkezi görünümü çiziyordu. Çarşı bu merkezin çevresine dağılmıştı. Evliya Çelebi İznik çarşısını bir cümleyle anlatırken

Tamamı 600 dükkândır. Ancak kârgir yapı bedesteni yoktur, ama bütün değerli şeyler mevcuttur,” diyordu.

Çarşı içinde öylesine gezinirken uğradığım bir bakkal dükkanı daha doğru bir deyişle bir “market”, önümde ilginç bir yol açtı. Hayri Şen hem bu marketi işletiyor hem de İznik’in tarihini coğrafyasını uzak ve yakın geçmişini deşeleyerek kayıt tutmaya çalışıyordu. Ancak yaptığı işi benim bildiğim ve hep rastladığım şekilde kitaplar hazırlayarak, gazetelere ve dergilere yazı yazarak değil, kendi hazırladığı internet sitesinde değerlendiriyordu. Bu yeni mecrayı büyük bir cesaretle değerlendiren ve başarıyla kullanan Hayri Şen, sitenin yapılış hikayesini,

“Bilgi paylaştıkça çoğalır, sözünden yola çıkarak insan geçtiği yollarda izler bulmalı, geçerken de izler bırakmalı düşüncesiyle bu çalışmaya başladım,” diye anlatıyor. Amacının İznik’in geçmişi ve bu günüyle ilgili daha önce yayınlanmış belgelerin eksiklerini gidermek ve yeni bilgileri toplayarak kolay ulaşılır biçimde sunmak olduğunu anlatırken,

“Bu siteyi kişisel bir site olmaktan çok gerçek bir İznikli olma yolunda atılmış önemli bir adım olarak düşünüyorum,” diyor. Uzun süredir Market işiyle uğraşan biri için bu siteyi yapmanın ulaşılmaz bir fikir olduğunu söyleyen Hayri Şen, karşılaştığı teknik sorunlardan, site yapmanın güçlüklerinden ve çevresinden aldığı destekle sanal âlemi nasıl yaratıcı bir şekilde kullandığından söz ediyor ve internet sayesinde aşılamayacak engel olmadığını söyleyerek bilginin özgürce dolaşmasının önemini vurguluyor.

İznik hakkında gayet kapsamlı bilgiler içeren site Türkçe’nin yanı sıra İngilizce Fransızca, Almanca ve Japonca yayın yapmaya devam ediyor. Bazı eksikleri olmasına rağmen hızla kendini yenilemek için çalışıyor ve dünyanın farklı ülkelerinden izlenmeye devam ediyor.

Hayri Şen’in hazırladığı sitenin önemli bölümlerinden biri de İznikli ailelerin fotoğraf albümlerini yayınlaması. Bu fotoğraflar aracılığıyla yakın geçmişe dair kapsamlı bir görsel bellek oluşuyor.      Ayrıca sitenin kaynakça bölümü, İznik hakkında yayınlanmış kitapların pek çoğunu topluca araştırmacıların bilgisine sunuyor.

Hayri Şen ile benzer kaygıları paylaşarak gazete yazılarına ağırlık veren Hüseyin Acarol ise İznik ile ilgili sayısız kitap ve belge yayınlandığını, şehrin sanatsal ve tarihi eserlerinin ayrıntılı biçimde incelendiğini hatırlatarak etnografik değerlere ve yakın geçmişt kalmış el sanatlarına yeterince ağırlık verilmediğinden yakınıyor. Çinicilik dışında fıçı yapımı, örme sepet, hasırcılık gibi alanların yeterince araştırılmadığını hatta sadece göl balıklarından yapılan yemeklerin bir kitap dolduracak kadar zengin olduğunu anlatıyor ve

“Bu gibi araştırmalar geçmişimizi geleceğe taşımak, kültürümüzü yaşatmak için önemlidir,” diyor. Kuşkusuz kültürle birlikte doğal değerler ve çevre de bir şehrin en önemli hazineleri arasında yer alıyor. İznik Gölü gibi.

Close