Close
Soykırımın ve Sisteki Goriller’in Ülkesi: Ruanda

Soykırımın ve Sisteki Goriller’in Ülkesi: Ruanda

Ruanda, Orta Afrika’da etrafı tamamen karayla ve sorunlu komşularla (Kongo, Uganda, Burundi ve Tanzanya) çevrili coğrafi olarak da farklı özellikleri dar bir alana sığdırmış bir ülke: volkanik dağlar, göller, yağmur ormanları, geniş düzlükler, bataklıklar.

Endüstriyel üretim neredeyse yok denecek kadar az, en büyük işveren tarım kesimi. Tarım’daki üretimse daha çok kendi yetiştirdiğini tüketmekle sınırlı. Diğer para kazandıkları ana ihraç ürünlerini çay ve kahve oluşturuyor.

Ruanda şehirleri altyapı olarak son derece geri, binaların çoğunda su ve elektrik yok, kırsaldaysa parmakla gösterilecek kadar az. Yapılaşma, bizdeki gecekondularla bile kıyaslanamayacak kadar düzensiz ve herhangi bir kaliteden yoksun.

Şehirlerdeki güzel denebilecek binalar genelde yardım kuruluşlarına ya da orduya ait -ki bu da paranın nerede olduğunun en güzel göstergesi. Şehirlerin dışına çıktığınızda üç şey sizi hemen çarpıyor: yeşillik, insan kalabalığı ve fakirlik.

Ülke, Orta Afrika’da olduğu için bol yağış alıyor ve ülkenin % 90’ını tarım alanları ve ormanlık arazileriyle yeşillikler kaplıyor. Ruanda, yüzölçümü olarak Türkiye’nin yaklaşık otuzda biri, nüfusuysa sekiz milyon civarında. Her an kendinizi bayram öncesi pazarda hissettirecek kadar kalabalık.

Soykırım sonrası ülkede zaten kötü olan ekonomi iyice göçmüş ve insanların % 60’ı fakirlik sınırının altında. Soykırımdan sonra bu ülke nasıl kendine gelebilir ki? 94’teki soykırımda tam 1 milyon kişi 100 gün gibi bir zamanda öldürülmüş. Dolayısıyla ülkenin eğitimli tabakası ya ölmüş ya da katil sıfatıyla hapishanelerdeler. Bugün Ruanda’da ortalama yaşam süresi sadece 39! Bizim orta yaşlar dediğimiz yıllar bir Ruandalı için hayatının son yılları.

Ülke, 1890’a kadar resmi olarak Mwami (Kral) tarafından yönetiliyor ve ülkede üç kabile var: Hutular % 90, Tutsiler % 9 ve Pigmeler % 1. Mwami, 1890’da Alman idaresini herhangi bir direniş göstermeden kabul ediyor ve Almanlar 1907’ye kadar ülkeye tek bir idareci bile göndermiyor.

Bu süre içerisinde ülkeyi Tutsi asıllı Mwami’ler yönetmeye, Almanlarsa ilgilenmemeye devam ediyorlar. Bu durum Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar böylece devam ediyor. Almanlar savaştan yenilgiyle ayrılınca, Belçikalılar yönetimi ele alıyor ve ülkenin yapısıyla oynamaya başlıyorlar. Almanlar’ın tersine Belçikalılar ülke işlerine karışıp ülkeden her sene belli bir kâr elde etme çabasına girişiyorlar.

Kahve bahçelerinde çalışmayı zorunlu hale getirip çalışmayanlara kırbaç cezası uygulamaya başlıyorlar. Halkı daha kolay yönetmek için, diğer koloni yönetimlerinin çok sık başvurduğu bir yönteme başvuruyorlar: Böl ve yönet. Daha önce hangi kabileden olduğunu bile bilmeden barış içinde yaşayan halkı bölmeye başlıyorlar ve herkese kabilesine göre kimlik kartı veriliyor.

İnsanların hangi kabileden olduğuna karar vermek için iki yöntem uygulanıyor. Bunlardan ilki yüz şekillerine bakılarak yapılıyor: Tutsiler bir inanışa göre bugünkü Etiyopya’da yaşamış olan Nuh’un oğlunun sülalesinden geliyorlar ve ince yüz hatlarıyla diğerlerinden ayrılıyorlar. Diğer yöntemse kaç inekleri olduğu sayılıyor! 10’dan fazla ineği olanlar Tutsi, 10’dan az ineği olanlar Hutu sayılıyor. Nuh’un oğlunun sülalesinden olan Tutsiler, üstün ırk oldukları gerekçesiyle yönetime getiriliyorlar ama Hutular için her türlü devlet işi ve yüksek öğrenim yolu kapanıyor.

Belçikalılar ülkeyi Tutsiler aracılığıyla yönetmeye başlıyorlar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Afrikalı toplumlarda gelişen özgürlükçü akımlardan korkan Belçika, 1950’li yıllarda bu kez rota değiştirip Hutular’ı desteklemeye başlıyor. 1959’da Belçika desteği ve silahlarıyla ayaklanan Hutular 20.000 ila 100.000 kadar Tutsi’yi katlediyor. 160.000 kadar Tutsi soykırımdan kaçarak komşu Uganda ve Tanzanya’daki kamplarda yaşamaya başlıyorlar.

Ruanda, 1962 yılında bağımsızlığını ilan ediyor. Seçimle iş başına gelen Hutu kökenli hükümetin ilk işi eskiden gelen hınçla Tutsiler’in haklarını her alanda budamak oluyor. Devlet kadrolarında ve okullarda Tutsiler’e nüfustaki oranları olan % 9’luk bir üst limit tanınıyor ve sayılarının üst limiti geçmesine izin verilmiyor.

Hükümet Tutsiler’i “Karafatma” olarak adlandırmaya başlıyor ve düzenli olarak her alanda taciz ediyor, öyle ki Tutsi öldüren Hutular mahkeme dahi olmadan serbest bile bırakılabiliyorlar. Bu baskılar sonucu giderek daha da çok Tutsi sürgünde mülteci olarak yaşamaya başlıyor.

Sürgüne kaçan Tutsiler 80’lerin sonunda 500.000 kişiyi geçiyor ve iyi eğitimli olan bu kişiler Uganda ve Tanzanya’da önemli ordu ve devlet pozisyonlarına geliyorlar. Sürgündeki Tutsiler Ruanda Yurtseverler Birliği (RYB)’ni kurup, ülkelerine dönebilmek için mücadeleye başlıyorlar. Yurda dönme girişimleri Ruanda hükümetince kulak arkası edilen RYB üyeleri, 1 Ocak 1990’da Uganda’daki kamplarından çıkıp Ruanda’da hükümetle silahlı mücadeleye başlıyorlar ve iç savaş 1992 Ağustosu’nda imzalanan ateşkesle sona eriyor. Bundan sonra soruna siyasi olarak çözüm bulma girişimleri başlıyor ama, çözüm bulma girişimleri sırasında aşırı milliyetçi Hutular, Tutsi sorununu “kökünden” çözmek için “Interahamwe” adı verilen yarı askeri yerel üniteler kurmaya başlıyorlar. Interahamwe, Ruanda’nın en ücra köşesinde bile örgütleniyor. Böylece örgüt üyeleri bölgelerinde oturan Tutsiler’i ve çözümden yana ılımlı Hutular’ı teker teker fişlemeye başlıyor. Interahamwe, gençlerin aktif katılımını teşvik ederek onları silahlandırıyor. Ekonomik durumu Ruanda kadar kötü olan bir ülkede silahlanma deyince akla gelen silah/tüfek dışında Çin’den ithal ettikleri yüz binlerce satırı kendi yandaşlarına “ileride böcekleri temizlemekte kullanılmak” üzere veriyorlar ve satır veremedikleri kimselereyse ucu çivili tahta sopalar dağıtıyorlar. Hükümet durumu görmesine rağmen müdahale etmeyerek durumu destekliyor.

 

5 Nisan 1994 gecesi Hutular’ın yönetimindeki devlet radyosundan “Yarın bir şey olacak ve çok şey değişecek, bekleyin” anonsu yapılıyor. 6 Nisan 1994 günü Hutu kabilesinden olan devlet başkanının uçağı başkent Kigali’ye inerken düşürülüyor. Bu olaydan bir saat sonra Interahamwe yollara barikatlar kurmaya başlıyor ve aynı zamanda ellerdeki listelere bakılarak ilk önce ılımlı Hutular ve eğitimli Tutsiler öldürülmeye başlanıyor. Bu sırada ülkede barışı korumak için bulunan 5000 kadar Birleşmiş Milletler (BM) askerinin komutanı gizli bir yazıyla o zamanki sorumlu Kofi Annan’a “Soykırım başladı, durdurabiliriz, ne zaman müdahaleye başlayayım?” sorusunu yöneltiyor. Kofi Annan, Somali’de yardım görevi sırasında ölen askerlerinin henüz taze hatırasından ötürü Afrika’ya hiç bulaşmak istemeyen Amerikan yönetiminin de baskısıyla, komutana “Size saldırılmadıkça hareket etmeyin” emrini veriyor. Komutan, ısrarla soykırım yaşandığını ve müdahale edilmesi gerektiğini belirtiyor. Bu sırada 10 BM askeri Hutular tarafından öldürülüyor ve BM, Ruanda’daki sorunu çözmek yerine ülkeden çekilmeye karar veriyor. Soykırım, BM çekildiği andan itibaren hız kazanıyor ve dünyanın kendi haline bıraktığı Ruanda’da Hutular ellerine geçirdikleri her aletle (satır, taş, sopa, bıçak, balta) Tutsiler’e saldırıyor -saldırdıkları insanlar daha düne kadar yan yana yaşadıkları komşuları, arkadaşları. Devlet radyosunun sürekli “Böcekleri öldürün” anonsuyla ölüler caddelerde üst üste yığılmaya başlıyor; parası olan Tutsiler, Hutular’a kurşun parasını kendileri vererek kolay ölümü seçiyorlar ve parası olmayanlar en acı verecek şekilde öldürülüyor. Öldürmekten yorulan Hutular, mola verdiklerinde Tutsiler’in aşil tendonunu kesip kaçmalarını engelliyor ve biraz dinlenince öldürmeye kaldıkları yerden devam ediyorlar. Bu toplumsal cinnet o kadar ileri gidiyor ki kiliseye sığınanları rahipler, hastanede bulunan hastaları doktorlar katillerine teslim ediyorlar. Dünya tüm bu olanlara seyirci kalıyor. 1948’de imzalanan bir anlaşmaya göre soykırım görülen her bölgeye müdahale etmeye tam yetkili Amerika ve Fransa gibi devletler, sorumluluktan kaçmak için BM’de soykırım sözünün kullanılmasını engelliyorlar. Ama ölü sayısı bu sırada tam altı yüz bine çıkıyor.

RYB, soykırımı engellemek için Hutular’la savaşmaya başlıyor. Ülkenin doğusundan ilerleyen RYB, bölgelerde soykırımcı Hutular’ı önüne katarak Kigali’ye giriyor ve soykırıma bulaşmamış Hutular’a dokunmuyor. O zamana kadar soykırımı durdurmak için parmağını kımıldatmayan Fransa, “Ruanda’da soykırım var ve durdurmak için müdahale edeceğiz” diyor ve ülkenin “tanınan” hükümeti olduğu için soykırımcı Hutular’a silah yardımı yapmaya başlıyor. Böylece yanlış tarafa, yanlış amaçlarla yardım yağıyor. Bununla yetinmeyen Fransa, askerlerini Ruanda’ya indirip Kigali’nin batısından Kongo’ya kadar olan bölgenin yönetimini ele geçiriyor ve bölgeye Turkuvaz ismini veriyor. Fransa, Turkuvaz’a RYB’nin girmesine izin vermiyor ama bölge içinde yaşanan soykırımı da durduramıyor. Ölü sayısı daha da tırmanıyor, soykırımcılar Fransa’nın koruması altında Tutsi katletmeye devam ediyor. RYB kontrolü eline alıp Ruanda sınırları içinde soykırımı sona erdirdiğinde korkunç tablo ortaya çıkıyor: 100 günde tam bir milyon Tutsi katledilmiş; iki milyon Hutu, Tutsiler’in öç almasından korkarak komşu ülkelere kaçmış; ülkede sağlam hiçbir altyapı, devlet binası ya da araç kalmayacak şekilde her şey yağma edilmiş; ekili alan ve besi hayvanı kalmamış. En kötüsü, insanlar korku içinde ve komşularına güvenmiyorlar çünkü soykırımı yapanlar yine kendi komşuları.

Ruanda’nın bugünlerine geldiğimizdeyse soykırım sonucu azalan nüfus, geri gelen Tutsiler ve doğumlarla 1994 seviyesini yakalamış durumda. Ülkede anasız-babasız kalmış çocukların bir kısmına akrabaları sahip çıkmış, fakat akrabaları da öldürülmüş olan büyük bir grup çocuk var. Devletin bunlara bakacak ne durumu ne de kurumu var. Yöntem olarak ailesiz çocukları sekiz-on kişilik gruplar halinde evlere yerleştirip ev ihtiyaçlarını karşılamışlar ve bu şekilde aile reisinin de çocuk olduğu ailelerde tam yüz bin çocuk barınıyor.

Nüfus yoğunluğundan dolayı aile başına düşen toprak çok sınırlı. Çiftçiler sadece kendi boğazlarına yetebiliyorlar. Hemen herkes tarımla uğraşıyor. Buna rağmen ülke yiyeceklerinin yaklaşık % 30’unu ithal etmek zorunda kalıyorlar. Ruanda hükümetinin bütçesinin 3/5’ünü aldığı hibe yardımlar oluşturuyor. Dolayısıyla yardım almazsa iş görmesinin olanaksız olduğu bir yapısı var ancak buna karşın hükümet Afrika’nın kişi başına en yüksek savunma harcaması yapanlarından biri.

Ruanda, soykırım sırasında aktif olarak görev alan ve herhangi bir grubu soykırıma teşvik eden herkesi yargılayacağını ilan etmişti. Ama hangi yargıç, hangi mahkemeyle? Her şey soykırım sırasında yok olduğu için hızlı yargılama için iki ayrı hukuk sistemi tercih edilmiş: geleneksel ve çağdaş. Geleneksel sistem, köyün büyüklerinin suçluyu bütün köy sakinleri önünde yargılaması yönteminden oluşuyor. Bu sistem suçu az olanlar için geçerli -örneğin sadece iki, üç kişiyi öldürmüş kişiler için- ve mahkeme sonuçları itibariyle de bağlayıcılık özelliğini taşıyor. Çağdaş sistemse, suçu daha ağır olanlara uygulanıyor, yani soykırımda yöneticilik vasfıyla rol oynamış kişilere. Yargılamalar 1996’da başlamış ama şu anda bile yargılanma sırası bekleyen 200.000 kişiden söz ediliyor; sıra bekleyenlerin hepsi hapishanede tutulmuyor, bir kısmı köylerinde yaşamaya devam ediyorlar.

Kigali

Başkent Kigali 300.000 nüfuslu, tepeler üzerine kurulmuş, kasaba irisi bir yer. Şehir vadinin yamaçlarına kurulu olduğu için bir yere gitmek için ya iniyorsunuz ya çıkıyorsunuz. Böyle olunca da haritada kısa görülen mesafelere ulaşmak vakit alıyor. Yürümek istemiyorsanız şehrin her tarafından sıklıkla geçen dolmuşlardan birine atlayabilirsiniz ama elbette 14 kişilik bir dolmuşta iki kat yolcuyla seyahati göze almanız gerekiyor ya da taksiyle. Taksiler genelde iyi işaretlenmiş değil ama beyaz renkli olmaları kural. Taksi durdurmak için her türlü beyaz arabaya el sallayabiliyorsunuz, duranın resmi taksi olması şart değil; taksi olmasalar bile küçük bir bedel karşılığı herkes sizi taşımaya razı olabilir.

Kigali’nin merkezinin hemen dışı gelişigüzel inşa edilmiş gecekondu mahalleleriyle dolu. Buralarda elektrik su gibi hizmetler henüz yok. Kırsalda iş bulamayan yığınlar şehirde kısmetini aramaya başlamış bu yüzden de sokakta yürürken birileri devamlı size bir şeyler satmaya çalışıyor. Seyyar satıcıların çoğu en fazla yabancının geldiği postane civarında konuşlanıyor. Postane önündeki satıcılar, seyyar kelimesinin anlamını hakkıyla taşıyorlar çünkü çoğunun bir tezgahı bile yok. Sattıkları bir iki parça mal ellerinde size koşturup hemen pazarlığa başlıyorlar…

> Çanta yirmi dolar
< Yok istemem

> On dolar da olur
<Lazım değil

>Bak bari beş ver
<Lazım değil dedim ya

>Tamam o zaman iki dolara vereyim.
<???

Döviz bürosundan çıkıp da otele yürümeye başladığım sıra, çoğu zaman pek yapışkan olmayan satıcılar, döviz bürosundan yeni çıkan birinin paralı olacağı düşüncesiyle üzerime üşüştüler. Her biri ellerindeki malları gösterip diğerini bastırmaya ve satış yapmak için çabalamaya başladılar. Aralarından sıyrıldım tam caddeyi geçmiştim ki aralarından biri koşarak bana yetişti. Yetişti yetişmesine de elinde satacak malı olmamasına rağmen hazır yabancıyı yakalamışken hemen gözündeki güneş gözlüğünü çıkarıp:

> Gözlük ister misin, iyi fiyat veririm.
< O senin değil mi?

>Yok satılık, ne kadar verirsin?
< Benim gözlüğüm var.

Ardından yürümeye devam ettim ama o kısa bir koşudan sonra önüme geçip elini kemerine atıp hızla çekti ve kemerini çıkardı. Adam kızdı, bana kemerle saldıracak derken:

>Dur, dur kemer lazım mı? Tamamen deri, iyi kalite.

Üzerinden çıkardığı her şeyi bana satmaya çalışan bu yapışkandan kurtulmaya çalışıyordum ama nafile, yetişiyor meret. Arkama dönüp şöyle bir baktığımda bir de ne göreyim bir eliyle kemerini tutmuş diğer eliyle de pantolonunu tutarak bana doğru koşuyor. Adam yok oluncaya kadar Ruanda gezimin en hızlı deparını attım. Siz siz olun sevgili okuyucu cebinizde fazla para olduğunu anlayan seyyar satıcıların semtinden geçmeyin.

Nyamata

Nyamata, Kigali’den 35 kilometre uzaklıkta küçük köyden bozma bir şehir. Soykırım sırasında en fazla insanın öldürüldüğü yerlerden biri. Katliamın olduğu yerler aynen korunmuş ve hiçbir şeye dokunulmamış. Bu nedenle Nyamata’yı görmek istedim. Kigali’de otogara gidip orada etrafı bilir gibi duran birine Nyamata’ya nasıl gidebileceğimi sordum, anlamadı; bir başkasına sordum, o da anlamadı. Bu şekilde etrafımda meraklı küçük bir kalabalık oluştu. Ama konuştukları dil ya Fransızca ya da Kinyarwanda. Sonuçta anlaşamadık, biri beni kolumdan çekiştire çekiştire bir minibüse bindirdi. Nyamata zannedip sevindim, yolda parayı önümdeki yolcuya verip Nyamata deyince bu kez gardaki durum burada da tekrarlandı. Anlamadığım bir sürü şey söylendi, yolcular aralarında tartıştı ama sonuçta minibüs şehrin ikinci otogarının önünde durdu, şoför yine kolumdan çekip beni indirdi ve minibüsleri gösterdi. Neyse ki ikinci otogarda fazla uğraşmadan doğru minibüsü buldum. Minibüsler kapasitelerinin en az yarısından fazla yolcu almadan kalkmadıkları için bekliyoruz ve yerin kapılmaması için minibüsten de inemiyorsun, ben de aracın sıcak, nemli ve insan teriyle bezenmiş havasının zevkini uzun uzun çıkarmaya karar verdim, oturdum bekledim!

Şehri terk ettikten sonra 5-6 km kadar asfalt yoldan gittik, sonra araçtaki kadınlar hep beraber çantalarından başörtülerini çıkarıp başlarını sıkıca bağladılar. Bir anlam veremedim ama biraz sonra toprak yola sapıp, aracın içinde tozdan göz gözü görmez olunca nedenini anladım. Yol, yağmur mevsiminde açılan derin çukurlarla dolu ve şoför sanki çok acele işi varmış gibi bu berbat yolda iyice hızlandı. Yolda çukurlara girip çıktıkça aracın camları kendiliğinden açılmaya, önceden yapılan kaynak işleri yüksek, ince bir sesle gıcırdamaya başladı. Çukurlara girip çıkarken bir yandan da koltuğa yapışmak lazımmış -ki bunu öğrenmem için kafamı iki kez tavana vurmam gerekti. Sonuçta 30 km’yi 1,5 saatte aldık. Minibüsten indiğimde tüm organlarımın yer değiştirdiğine yemin edebilirdim.

Minibüsten indiğimdeyse daha toparlanamadan boda-boda’lar etrafımı çevirdi. Boda-boda, burada bisiklet/motosiklet taksilere verilen isim. Fazla iş olmadığı için birbirlerinden müşteri kapmak için ölümüne yarışıyorlar. Herkes bir ağızdan nereye gideceğimi sorup bir yandan da çekiştirdikleri için hemen aralarından birini seçmem gerekiyor yoksa bir yerlerime bir şeyler olacak diye korkuyorum. Sürücüm 3-4 km ötedeki yer için ancak 30 Cent istiyor ve hareket ediyoruz.

Nyamata’daki Katolik Kilisesi’nde 1994 Mayısı’nda 1600 kişi öldürülmüş. Cesetler günlerce dokunulmadan kaldığı için çürümüşler ve cesetlerin bir kısmını köpekler yemiş. Bugün Ruanda’da köpek bulmak zor çünkü halk ve özellikle ordu cesetleri temizlerken kızıp köpeklerin neslini kurutmuş. Sonrasında çürüyerek tanınmaz hale gelen kilisedeki cesetlerin artakalan kemikleri gelişigüzel dizilmiş ve kilisenin “mezarlık” kısmına konulmuş. “Mezarlığa” arka bahçeden bir merdivenle iniliyor; içeride çok ağır bir çürük et kokusu var. Raflardan oluşan “Mezarlık”ta yüzlerce iskelet var ve kafataslarındaki kurşun delikleri, satır izleri hemen dikkatinizi çekiyor.

Kiliseden sonra şehre dönüp minibüsü beklemeye başlıyorum. Yanıma gelen birkaç Ruandalı’yla biraz İngilizce biraz Tarzanca sohbet ediyoruz. Adamlardan biri Swahili (Sahil dili) konuşabiliyor. Swahili’nin yarısı Arapça. Türkçe’de de hatırı sayılır oranda Arapça kelime olması dolayısıyla Swahili ile Türkçe’yi karşılaştırıyoruz. Aynı anlamdaki kelimeleri söyleyip eğleniyoruz. Sonra nereden aklıma geldiyse adamlara doktor kelimesini anlatmaya koyuluyorum, anlamıyorlar. Türkçe, İngilizce, Swahili’de doktor kelimesinin anlamını bilmiyorlar. Ben de onlara hasta olunca ne yaptıklarını sordum, onlar da bir sürü şey anlattılar ama anlattıklarının içinde doktora gitmek yoktu maalesef. Hayatlarında doktora hiç gitmemişler!

Minibüs gelince toprak yollarda hırpalayıcı bir yolculuk sonrasında akşamüstüne doğru Kigali’ye varıyorum. Tüm bu gördüklerimizden sonra Ruanda’daki soykırımın ana sebeplerinden birisinin ülkedeki nüfus yoğunluğunun fazlalığı olduğu görülebilir. Komşu Kongo dünyanın en düşük nüfus yoğunluklarından birine sahipken Ruanda en yükseklerden biridir. Ruanda’nın kendi sınırları Avrupa güçleri tarafından belirlenirken, Hutu ve Tutsi kabilelerinin yaşadığı Kongo, Ruanda, Burundi ve Uganda’nın bazı bölgeleri dikkate alınmak yerine bürokratların keyfine göre belirlenmiştir. Eğer mevcut olan ekonomik yapı değişmezse Ruanda nüfusu yeniden arttığında ülke yeni sorunlara gebe olacak gibi görünüyor. Bunca kötü deneyimden sonra dileyelim ki nüfus arttığında Ruandalılar’ın rahatça yaşamalarını sağlayacak olanaklar da aynı oranda artsın. Geçirdikleri onca felakete rağmen hayata tutunan Ruandalılar daha iyi yarınları hak ediyor.

Dağ Gorilleri

Dilerseniz bir de Ruanda’nın başka bir yüzüyle, hayatla karşılayalım sizi ve Virunga Sıradağları’na Dağ Gorillerine gidelim. Sağımız solumuz arkamız volkan: Ruanda-Uganda ve Kongo sınırlarının kesiştiği noktadayım, volkanik Virunga Sıradağları’nda. Ruanda-Uganda sınırından önceki son şehir olan Ruhengeri, sınırdan geçecek yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak için kurulmuş küçük bir yer. Asfalt kaplı olan tek yeri anacaddesi. Caddenin her iki yanına dar bir tezgah ve duvarda bir raftan ibaret dükkanlar sıralanmış. Sokaktaki insanlar uyuşuk hareketlerle yürüyor, birçoğu yürümeye üşenip gölgede tembellik ediyor. Az önce yağan yağmurdan dolayı hava yapış yapış. Bütün dükkanların içi görülüyor, kapıları da sonuna kadar açık. Kapalı bir yerde sıcak ve nemle başa çıkmak yerli halk için bile mümkün değil.

Çamur yolun sonuna doğru yürüyorum, şehrin çarşısı burası. Pek taze gözükmeyen yiyeceklerin satıldığı bölümün yanında giysilerin satıldığı tezgahlar var. Hazır giyim eşyası olarak sadece tişört var ve tişörtlerin hepsi de Batılı ülkelerdeki yardım kuruluşlarından hibe ama burada parayla satılıyor. Tişört dışında bir giysi almak isterseniz çarşıdaki bir terziye ısmarlamanız gerekiyor. Çarşının terziler sokağına yürüdüğünüzdeyse sokağın her iki yanına dizili elliden fazla dikiş makinesinin sesi, “Mzungu, mzungu” (Beyaz adam, beyaz adam) sözlerine karışıyor. Şaşkın bakan, siyah, terli ve gülen yüzler işlerine ara verip bu garip beyaz adamı süzüyorlar. Pazarı bir kez daha turlayıp peşime çarşıdaki meraklı çocukları takarak anacaddeye çıkışım yine “mzungu, mzungu” sesleriyle karşılanıyor.

Anacaddede yürürken yavaşlayıp sağımdaki 3500 m’lik Gahinga, solumdaki 3700 m’lik Visoke ve 4500 m’lik Karisimbi dağlarının bulutlu zirvelerini kesiyorum. Dağların bana bakan yüzleri Ruanda sınırlarında diğer yüzleriyse Kongo ve Uganda içinde. Bu volkanik sıradağlar içinde bulundukları ülkeler gibi genç ve huzursuzlar. En son 2002 yılında aktif hale geçerek 400.000 kişinin bölgeden tahliye edilmesine yol açmışlar ve lavlar 12.000 evi kullanılamayacak hale getirmiş.

Bu ufak şehire gelmemin sebebi dağ gorilleri. Nesli neredeyse tükenme noktasına gelen dağ gorilleri 1970’lerde Amerikalı Dian Fossey’nin çabaları sonucu kurtarılmış. Fossey, 1966’da goriller üzerinde bilimsel araştırma için Zaire’ye (Bugünkü Kongo) gelmiş. Ancak Zaire’de çıkan iç karışıklıklardan dolayı bir sene sonra Ruanda’ya geçmiş. 1967 yılında Ruanda’da Karisoke Goril Araştırma Merkezi’ni kurmuş. Sonra tam 18 yıl boyunca herkesten ve her şeyden uzak bir şekilde Virunga Sıradağları’ndaki kulübesinde yaşayıp gorilleri incelemiş. Dian Fossey, o güne kadar insanları yanlarına hiçbir şekilde yaklaştırmayan ve dolayısıyla yanlış tanınan gorillere nasıl yaklaşılacağını bularak goriller hakkında çok detaylı bilimsel bir çalışma yapmış. Yaptığı çalışmaların küçük bir kısmını Sisteki Goriller adlı bir kitapta toplamış (daha sonra beyaz perdeye de aktarılmış). Dian Fossey 1985 yılında kimliği bilinmeyen kişiler tarafından kulübesinde öldürülmüş. Öldürenlerin hayvan kaçakçıları olduğu düşünülüyor ama cinayet hâlâ çözülmüş değil.

Bütün dünyadaki dağ gorillerinin toplam sayısı sadece 600 civarında. Bunların yarısı Ruanda sınırları içinde yaşıyorlar. Goriller, maymunlardan sonra insana en yakın memeliler. Yaşam süreleri de 40-50 sene. Erkekleri olgunluğa 16 yaşları civarında, dişilerse 9 yaşından sonra varıyorlar. Erkek goriller 15-17 yaşına eriştiğinde sırtları beyazlıyor ve devamında ‘gümüş sırt’ olarak adlandırılıyorlar. Sürülerin çoğunluğu bir gümüş sırt erkek ve birden fazla dişiden oluşuyor. Sürünün büyüklüğü genelde 5 ila 30 gorille sınırlı. Az sayıda gruptaysa birden fazla erkek bulunuyor ve sürünün lideri en güçlü gümüş sırt oluyor. Dişi goriller 100 kg civarındalarken gümüş sırt erkekler 160 kg ve üstüyle gerçekten büyük bir yapıya sahipler. Yiyecek olarak ot ve meyveleri tercih ediyorlar ama nadiren böcek yedikleri de olabiliyor. Dağ gorili denmesinden de anlaşılacağı üzere yüksek bölgelerde (2500-4000 m arasında) yaşıyorlar. Ruanda Milli Parklar İdaresi, göründüğünden çok daha narin olan bu gorillerin insanlardan hastalık kapmamaları için her gün kısıtlı sayıda ziyaretçinin gorilleri ziyaret etmesine izin veriyor.

Akşamdan Ruhengeri’deki milli parklar ofisinde yürüyüşle ilgili bilgileri alıyoruz. Sabahleyin gün doğmadan milli park merkezine doğru yola çıkıyoruz. Parkın merkezinde ondan fazla araç ve bunun iki katı kadar sayıda görevli bizi karşılıyor. Görevliler üç goril grubunun izlenebileceğini söyleyip bizi gruplara ayırıyorlar. Gruplar sekiz kişiyle sınırlı. Görevli bize en uzaktaki ‘Susa’ goril grubunu izleyeceğimizi, gorilleri görmek için 2 ila 5 saat arası tırmanacağımızı bildiriyor. Gorillerle bir saat vakit geçirdikten sonra yanlarından ayrılıp inişe geçeceğimizi söylüyor. Yürüyüşe katılanlar ikişer ikişer dört çekerlere binip yola çıkıyorlar; yanımızda bulunan beyaz adam da “Benim arabam var, gelin ben sizi götüreyim” diyor. Arabaya binince tatlı bir sohbete başlıyoruz, aracın sahibi dünyada eşine az rastlanan bir mesleğe sahip: goril veterineri! Kendisi dört seneden beri Ruanda’da dağ gorillerinin veterineri olarak çalışıyor. Goril gruplarını düzenli bir şekilde ziyaret ediyor. Ben de dayanamayıp goril veterineri mesleğini nereden seçtiğini sordum.

“Küçükken maymunları severdim, büyüyüp üniversiteye girme yaşına gelince, daha büyük şeyler yapayım dedim. Gorillere merak sardım, işte buradayım.”

“Hep burada mı kalacaksın?”

“Amerika’da bu konuda iş bulabilme şansım kafama meteor düşmesi şansından daha az.” (Gülüşüyoruz)

Araçlarla yol bitene kadar tırmanıyoruz. 2500 m’deyiz. İnip yürümeye başlıyoruz. Köyün içinden geçerken çocuklar etrafımızı sarıp bize dokunmaya çalışıyor sonra da kaçışıyorlar. Ekilmemiş bir karış yeri dahi kalmamış tarlaların arasından tek sıra halinde ormana ilerliyoruz. Ormanın sınırında bizi silahlı askerler karşılıyor. Askerlerin ilk görevi ülke için iyi bir gelir kaynağı olan gorilleri kaçak avcılardan korumak, ikinci görevleri de turistlere göz kulak olmak. Komşu Kongo uzun yıllardan beri iç savaşta olduğundan sınıra yakın bölgeler pek tekin değil, hele hele bulunduğumuz bölgede üç sene önce bir turist grubunun öldürüldüğü düşünüldüğünde işi oldukça sıkı tutuyorlar. Goril İzcisi (evet, böyle bir meslek var), ormana dalmadan önce goril izleme kurallarını sıralıyor: Gorillere 5 m’den fazla yaklaşmak yok (bu önlem gorillerin insanlardan hastalık kapmasını engellemek için çünkü insan ve goril genleri birbirine çok benziyor), hızlı hareket etmek yok (yoksa heyecanlanıp saldırabiliyorlar), gorilleri parmakla işaret etmek yok (bu hareketi de saldırı sanıyorlar), üzerinize bir goril gelirse gözüne doğrudan bakmak yok (çünkü meydan okuma sanıyorlar), yavrularına yaklaşmak ve oynamak yok -onlar yaklaşırsa geri çekilmek zorunlu (anneleri rahatsız oluyor) ve yüksek sesle konuşmak yok.

Önümüzde Goril İzcisi’nin peşinde bambu ormanına dalıyoruz. Ağaçlar birbirine o kadar yakın ki aralarından geçmeniz mümkün değil. Askerler bambuların arasından yol açmak için ellerindeki büyük satır benzeri bıçaklarla etraflarındaki alanda yarım daireler çiziyorlar, kesilen bitkiler hışırtıyla yere düşüyor; açılan yol çok dar. Bazı yerlerden geçmek için sürünmeniz gerekiyor ya da bambulara tırmanmanız. Yarım saat sonra üzerimizdeki her şey toprak rengine dönüyor. Yerin eğimi dikleşiyor ve yürümek iyice zorlaşıyor. Buna bir de ısırgan otları eklenince keyfimizi sormayın gitsin. Isırgan otunun bu cinsi kot pantolonunu da delip geçiyor. Üzerime bulaşan topraktan tam seçilemeyen kollarımın bütün derisinin kabardığını hissediyorum, bacaklarım da aynı durumda. Ne kadar yolumuz olduğunu sorduğumdaysa izcimiz “Belli olmaz yaklaşınca size söylerim” diyor. Tırmanmaya, sürünmeye, kaşınmaya, terlemeye devam ediyoruz.

Yürüyüşe başladıktan üç saat sonra izci bize dönüp “Yakındalar” diyor. Hepimiz heyecanlanıyoruz, adımlarımızı biraz daha hızlandırıyoruz. Bir saat kadar hızlı tempoda tırmanmaya devam edip 3000 m’ye çıkıyoruz. Artık iyice yorulmuşken ağaçların arasından karaltıları seçiyoruz. ‘Susa’ grubunun 30 eski üyesi ve yeni doğmuş ikiz bebek goriller beslenmekle meşguller. İkiz bebek goriller doğada çok nadir yaşıyorlar, bu yüzden veteriner onların üzerine titriyor ve her hafta gelip durumlarını kontrol ediyor.

Gorillerin yanında kaldığımız bir saat boyunca hayranlık, şaşkınlık karışımı duygularla bu büyük ama sakin yaratıkların kendi aralarında oynamalarını, alet kullanmalarını, çocuklarına bakmalarını ve birbirleriyle anlaşmak için yaptıkları işaretleşmeleri izliyoruz. Hareketleri ve yüz ifadeleri o kadar insana benziyor ki gorillere ‘hayvan’ demek kulağa tuhaf geliyor. Süremizin dolduğunu izci bildirdiğinde isteksizce goril grubunun yanından ayrılıyoruz. Hepimizin gözü arkada kalıyor ama diğer yandan da ağır ağır inmeye devam ediyoruz. Geldiğimiz yoldan çok daha dik bir yamaçtan iki saatte araçlara geri dönüyoruz.

Ruanda bu anlamıyla her haliyle gidilmesi, görülmesi, bakılması, incelenmesi gerekli yerlerden biri olarak hafızamıza kazılıyor. Siz ne dersiniz sevgili okuyucu, sizin için de geçerli mi bu söylediğim?

Başar Kurtbayram

http://www.simdigezelim.com/

Close