Close
Urfa’nın Hayat Sahneleri

Urfa’nın Hayat Sahneleri

Ağır adımlarla Balıklıgöl’den kaleye doğru yürürken güzel bir sesle okunan ahenkli ilahiyi işittim. Sabahın erken saatleriydi, sıcak henüz basmamıştı ama eli kulağındaydı. Halil-ür Rahman Gölü’nü efsanedeki iki sevgiliyi birbirine bağlar gibi gergin bir yay çizerek Anzilha Havuzu’na bağlayan su kanalının kıyısından yürüyordum. Kalenin eteklerindeki parkın taş döşeme yollarını az önce sulayan bahçıvan uzun hortumu hızlı hızlı topluyordu. Kutsal balıklar birbirine sürtünerek yem atacak birilerini bekliyordu.

Anzilha Havuzu’nda rengârenk boyanmış iki sandal vardı. Sandallardan biri kıyıda müşteri beklerken diğeri gösterişli taş fıskiyenin etrafında kalabalık bir aileyi sefaya çıkarmıştı. Etraftaki çayhaneler boştu. İzinli çıkmış birkaç asker, genç ve yalnız bir adam ile aile kısmına karşılıklı oturmuş sohbet eden kadınlar dışında kimse yoktu. Suriye’ye doğru hac yolculuğuna çıkmış İranlılar havuzun kenarından kalabalık gruplar hâlinde geçiyorlardı.

Arka tarafta mangalını harlayan ocakçı kebap kokuları salmaya başladı. Urfa Kalesi’ne çıkan yamacın eteğinde yazma, agel, tülbent satan Ramazan, yılların alışkanlığıyla bir müşteriye eflatun poşu bağlıyordu. “Nerede okunuyor bu ilahi?” diye sordum, başıyla Dergâh Camii’ni işaret ettiği sırada ilahi bitti.

Balıklıgöl’ü, Anzilha’yı, camileri ve büyük yeşil alanı, Dergâh Külliyesi’yle birlikte tepeden görmek istiyordum ama asıl Urfa Çarşısı’nın kubbelerini, teneke damlarını, bez gölgeliklerini, hanlarını seyretmek üzere iç kaleye tırmanıyordum. Bu kale ki bir zamanlar dünyanın dört bucağa nam salmış Urfa beylerinin, yerel krallıkların, valilerin, kontların meskeniydi. Gerçi o şaşaalı günlerden geriye sadece iki sütun ile bütün esrarını terk etmiş bir yeraltı geçidi kalmıştı ama yine de İç Kale, şehre hâkim konumuyla ve çarşı bölgesiyle birlikte Urfa’nın en seyirli noktalarından biriydi. Yumuşak rampalar sayesinde fazla yormayan merdivenleri ağır adımlarla çıktım.

Yukarıdan bakınca şehir, dumanlı dağların arasına sere serpe uzanmış görünüyordu. Gerçi görünürde “dağ” diye nitelenecek gerçekten haşmetli yükseltiler yoktu ama türkü “Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar” dediğine göre, diyenin bir bildiği vardı mutlaka. Görünürdeki en etkileyici yükselti, üstünde bulunduğum İç Kale’nin kurulduğu tepeydi. Dergâh Camii’nden başlayarak Haşimiye Meydanı’nın küçük boşluğuna kadar bütün çarşı havalisi seyrediliyordu. Urfa Çarşısı küçücük bir alana toplanmış elliden fazla sokak, sekiz kapalı çarşı, yirmi üç pazar ve dört handan oluşan bir dünyadır desem yalan olmaz. Bir geçmiş zaman hatırası, bir yaşayan müze ya da tarihin ta kendisidir diye eklersem de abartmış sayılmam.

Çok eski bir ticaret merkezi olan Urfa Çarşısı’nda günümüze gelebilenler dışında, kendileri kaybolmuş adları kalmış, yedi sekiz çarşıdan daha söz ediliyor. Hiç kuşku yok ki İstanbul Kapalıçarşısı, Bursa Çarşısı ve Edirne Çarşısı ile aynı karattaki Urfa Çarşısı, bölgede hem estetiği hem atmosferi hem de ticari hareketliliği bakımından komşularımızdaki benzerleri arasında başı çeker. Tarihi binlerce yıla uzanan Tebriz Bazaar’ı ve Halep suklarının yanında ışıldayarak durur. Bu mekânları bilen biri olarak söyleyebilirim ki yakın çevrenin en etkileyici geleneksel çarşısı Urfa’dakidir.

Çarşı çok erken açılmaz. Kapanma vakti de mevsimine göre gün batmadan hemen öncedir. Karanlık inerken günlük gaileden artakalan heyecanlar, kaygılar, sevinçler, umutlar, hayal kırıklıkları dar sokaklarda yankılanmaya başlar. Her şey usulca kendi sessizliğine çekilmektedir. Sokaklar akşam rüzgârıyla birlikte oradan oraya savrulan naylon torbalara, kebap dürümü sarılmış gazete sayfalarına, soğan kabuklarına terk edilirken karanlık çöker.

Lakin daha o vakte çok var. Sabah faslı henüz başlamadı. Bir büyük hayat sahnesi gibi güne açılan çarşıda az sonra başlayacak kalabalık oyunun baş aktörleri, son hazırlıklarını tamamlıyor. Kepenkler, darabalar açılıyor, kürsüler, iskemleler dışarı alınıyor, mostralar küçük dükkânların önüne yerleştiriliyor, sıra temizliğe gelmeden önce çıraklar ellerinden geldiği kadar işlerini seri bir şekilde ve eksiksiz yapmaya çalışıyorlar. Müşterilerin gözüne hoş görünecek düzenlemeleri yapmaya çalışan esnaf, ikide bir çırağını uyarıyor. Geleneksel çarşıların hepsinde benzer biçimde yaşanan günün ilk saatleri, Urfa Çarşısı’nda da her sabah aynı davranışlar, aynı işler, aynı sesler, aynı kokularla başlıyor.

Bu çarşılar modern alışveriş biçiminin dışında bir müşteri-satıcı ilişkisi kurguluyor. Dükkânların yerleşimi, yapısı, büyüklüğü, tezgâhların biçimi, Doğu’nun bütün eski çarşılarında olduğu gibi, doğrudan insan ilişkisine azami oranda izin verecek biçimde düzenlenmiş. Urfa Çarşısı’ndan çıkıp Halep’e ya da Tebriz’e, oradan Lahor’a, Semerkant’a, Varanasi’ye veya Kathmandu’ya giden herkes geleneksel çarşılardaki alışverişin hep bu benzer atmosferde yapıldığını görür. Satıcıyla alıcı yüz yüze bakarlar, özenli bir ilişki içinde konuşurlar, pazarlıkla derinleşecek bir oyuna başlamışlardır. Kâh birden bire kâh tedirginlik içinde girilen bu oyunu ustaca sürdürmenin yolunu bularak alışveriş ederler. Çarşılardaki dükkânların yapısı gibi esnafın müşteriye bakışı, malını pazarlamadaki ihtimamı ve satış stratejileri de oldukça zengindir.

Pazarların sesi ve kokusu

Belki Urfa Çarşısı’nı diğerlerinden ayıran başlıca özellik, dükkânların önüne mostralıklar çıkartılıp ortalık temizlendikten sonra komşuların birer ikişer toplanarak kahvaltıya oturmasıdır. Alışveriş başlamadan önce esnaf közlenmiş isot ve tırnaklı pide ile kahvaltı yapar. Zaten bu yüzden, çarşıdaki fırınlar erkenden taze pide çıkarmaya başlar. Çıraklar en güzel kırmızıyla yanıp sönen iri isotları tepsilere dizilmiş ya da şişlere geçirilmiş halde fırınlara taşır. Kırmızının üstüne yanık siyah hareler alarak közlenen biberler, tırnaklı pidenin üstüne yatırılmış halde kokular savurarak dükkâna yetiştirilir. Çarşıda iş günü başlamadan önce iyi bir kahvaltı adettendir.

Bıçakçılar Meydanı’nda tütün torbalarını yerleştirenlerin arasından geçerek marangozlara doğru giderken tam karşıma mükellef bir kahvaltı sofrası çıktı. Yıllardır tanıdığım Bakırcı Bekir, en irilerinden seçerek fırına yolladığı isotları iştahla önüne çekmiş kabuklarını soyuyordu. Sulu biberlerden birini pidenin üstüne yatırıp bana uzattı. Oturup yedim. Böylece Urfa Çarşısı’ndaki güne adabıyla başlamış oldum.

Birlikte kahvaltı ettiğimiz komşulardan biri neccardı. Yani meydanın hemen arkasındaki sokakta dedesinin başlattığı işi sürdürüyor, marangozluk yapıyordu. Karnımızı doyurduktan sonra birer bardak çay içmek için dükkânına doğru yürürken demircilerin önünden geçtik. Yan yana iki dükkânda, sanki birbirinin aynadaki sureti gibi duran iki usta, örs üstündeki kızgın demirin üstünde balyozla çalışmaya başlamışlardı.

Günün bu ilk çekiç sesleri, sanki mesainin başladığını bildiren zil sesi gibi çarşıda yankılanırken, meydanın havası birden değişti. Nereden peydahlandıysa bir anda müşteriler belirdi, bütün çarşıyla birlikte Hüseyniye’de alışveriş başladı.

Bir çift meraklı göz gibi önündeki Tütüncüler Meydanı’na bakan Hüseyniye Çarşıları iki tanedir. Çadırcı Pazarı ile Kazancı Pazarı arasında birbirine paralel uzanan çarşılar, kitabelerinden anlaşıldığına göre 1887 yılında yapılmış. Uzun süre halı, kilim, keçe satanlara hizmet vermiş, bir ara Yemenici Pazarı olmuş, daha sonra bakırcılar tarafından kullanılmaya başlamış. Bir vakitler Kazancılar Pazarı’nda çalışan bu ustaları anlatan kıdemli gazeteci Naci İpek: “Ustalar belli saatte çalışmaya başlardı ve her birinin tokmak vuruşlarından çıkan ses, birbiriyle ahenkli olurdu. Dinlemeye doyamazdım. Bir de çarşıların kokusu başka başka olurdu. Marangozlar Çarşısı’ndaki koku gibi Yemeniciler Çarşısı’nın kokusu da bakırcıların kokusu da başka bir rayihaydı.” diyor. “Her şey bir ritim, ahenk ve güzellik içindeydi,” diye anlatıyor.

Marangozlar Çarşısı’na girerken soluduğum hava, ortama yakışan talaş kokusuyla doluydu. Naci İpek bu çarşıyı anlatırken çocukluğundan kalma kokusunu uzun uzadıya tarif etmişti. Belli ki ben de bu yüzden rüzgârlı bir havada tüten karlar altındaki çamların kokusunu alıyordum. Bu çarşı Urfalı çocukların anılarında önemli bir yer tutuyordu. “Çocukken hep birlikte gider Neccar Çarşısı’nda çelik çomak yaptırırdık, sopasından tutup çevirdikçe zır zır öten ‘zıkkı’ yaptırırdık ama en çok ‘deleme’ alırdık.” demişti Naci İpek.

Oğlan çocuklarının deli gibi çevirdiği “deleme”nin, yani yaygın adıyla topacın en iyisini buradaki ustalar yapıyordu. Hâlâ öyle. Okulların kapalı olduğu aylarda çocuklar bu çarşıdaki, tütüncülerin torbalarından arta kalan meydanda yeni alınmış delemelerini yarıştırıyorlar. Yerde vızıldayarak dönen topacı kınnap ipinin üstünde yürüterek avuçlarının içine çıkarıyor, oradan kollarına geçirerek marifet gösteriyorlar.

Çarşıya girdiğimde marangozlar, atölyenin önüne çıkardıkları üç bacaklı tuhaf bir alette kasnak büküyorlardı. Kolunu çevirdikçe dönen bir çift silindirin arasına verdikleri ince, uzun ve ıslak tahta, öte yandan, bükülmüş, kasnak yapmış halde çıkıyordu. Belki de bin yıldır kullanılan bu basit ama son derece işlevsel alet sayesinde “yoğurt ülbesi” dedikleri kaplardan beşik çemberine, davul gövdesinden, elek kasnağına kadar pek çok şey yapılıyordu. Elek kasnağı deyince burada durmak gerekir. Bulgur ve isot, hele isot bu memleketin gerek gastronomik, gerek sosyal, gerekse kültürel varoluşunda bu kadar önemli bir yer tuttuğuna göre, hatta başlı başına bir fenomen olduğuna göre, kuru isotun üretim sürecine dâhil olan elek de bir o kadar önemlidir.

Marangozlar güvercin yuvası, kuş kafesi, tel dolap, kaşıklık ve kürsü yapmadıkları zamanlarda biber eleği için kasnak bükerler. Urfa’nın yerlisi aileler her yıl eylül ekim aylarında yoğun bir faaliyete girişerek yaklaşık 400-500 kilo biberi işler, kuru isot hâline getirirler. Pek vaki değildir ama isotu tükenen Urfalıların imdadına çarşının en renkli köşelerinden birini oluşturan İsotçular Pazarı yetişir. Üç renkte üretilen ve farklı türden yemeklerde kullanılan kırmızı, mor ve siyah isot, bu pazarda kalitesine ve mevsimine göre farklı fiyatlarla satılır.

Gümrük Han’ın Haşimiye Meydanı tarafındaki kapısına yakın İsotçular Pazarı’nda çeşitli baharatlarla birlikte fıstık da bulunuyor. “Hangi fıstık?” diyecek olursanız, çeşitli şehirlerin adıyla anılan bu lezzetli yemiş, bir vakitler “Şam fıstığı” diye bilinirken sonradan “Antep fıstığı” olmuş ama aynı zamanda Siirt ve Urfa’nın da adını önüne katarak şehirlerin yemişi şeklini almış. Urfa çarşısındaki yerli fıstıklar küçük ama lezzeti ve kokusuyla iştah açıcı.

Çarşının ışıkları ve son ipekçiler

Haşimiye Meydanı’na taraklı midye kabuğu gibi açılan tarihi Urfa Çarşısı, Kürkçü Pazarı’ndan başlayarak isotçular, baharatçılar, esansçılar derken rengârenk kumaşların satıldığı göz alıcı sokaklarla Bıçakçılar Pazarı’na, oradan Dergâh mevkiine ve Balıklıgöl’ün yakınlarına kadar yayılıyor. Renkli kumaşlar, simli bezler, pullu örtüler, yaldızlı danteller çevre yerleşimlerde yaşayan kadınların gözdesi. Bu kumaşlardan dikilmiş giysiler, aksesuarlarıyla birlikte kullanıldığında alabildiğine gösterişli kıyafetler çıkıyor ortaya ki Urfalı kadınlar hayli iddialı bu giysileri olanca zarafetleriyle taşıyorlar. Çarşıyı renk ve ışık cümbüşüne sokup çıkaran kadınların yanı sıra, devetüyünden yapılmış agellerini, uçuk eflatun kefiyelerin üstüne geçirmiş adamlar, baş bağlarıyla birlikte entarilerini de savurarak geziyorlar. Kış mevsiminde omuzlarına attıkları siyah ya da taba rengi kürk ve abalar yere kadar uzanıyor. Köylerde düğün mevsimi yaklaşırken çarşının işi artar. Genellikle Çin işi renkli, nakışlı kumaşlar, Halep Çarşısı’yla birlikte Urfa Çarşısı’nda da yılın modasına göre renk ve desen değiştirir.

Kazzaz Pazarı’nda yıllardır dükkân açan Mehmet Arslan’a bir süredir, okulların tatil olduğu günlerde kızı yardım ediyor. Kazzaz Pazarı, bütün çarşının en eski mekânlarından biri, aynı zamanda can damarı. Mehmet’in dükkânı Bedesten’deki diğer dükkânlar gibi küçücüktü. Lakin içindeki poşular, örtüler, yazmalar oldukça geniş bir çeşit barındırıyordu. Yerden kemerli tavana kadar yükselen üç taraflı rafların ortasında, dışarı doğru uzanan geniş bir tezgâh duruyordu. Tezgâhın üstü kat kat ve rengârenk poşularla doluydu. Bu çarşının esnafı özel bir yeteneğe sahipti. Dükkâna gelen üç müşteriyle aynı anda ilgilenebildikleri gibi, bir misafir ağırlamaktan da geri kalmıyorlardı. Çay kahve söylüyor, sohbet ediyorlardı. Dükkânlarda her şey herkesin elinin altındaydı. Hem satıcılar hem alıcılar hem de misafirler rengiyle, deseniyle, yumuşaklığı ve dökümüyle gönül çelen örtülerden istediğine dokunarak doğrudan ilişki kurabiliyordu.

Kazzaz Pazarı 1562 yılında yapılmış, 1700’lerin ortasında onarımdan geçmiş, bir dönem Bezzazistan diye anılmış. 1998 yılında yapılan restorasyon sırasında bir metre yüksekteki dükkânlar zeminle aynı seviyeye indirilmiş. Karşılıklı dizilmiş dükkânlarda geleneksel giysiler, yerel kostümler ve özellikle poşular, şallar ve fularlar satılıyor.

Mehmet Arslan çocukluğundan beri bildiği çarşıyı anlatırken bir vakitler burada çalışan ve ipek ustası olan kazazları sevgiyle anıyor. Her sabah dükkânların kilidi çözülüp darabası açılınca üst parçanın yukarı kaldırıldığını alt parçanın da sergilik olarak dükkânın önüne indiğini anlatıyor. Şimdi uygulanmayan bu yöntem oldukça pratikmiş. Önceden yerden yüksek dükkânların sekisine ayakkabı çıkarılarak girilir, ayakkabılar özel olarak yapılmış “taka”lara bırakılırmış. Mehmet’in çocukluk günlerindeki çarşıyla ilgili aklında kalan en önemli görüntü, dükkânların tahta aksamlarının tümüyle işlentili olmasıymış. Restorasyondan önce çarşı sahipsiz kaldığı için, oymalı darabalarla birlikte nakışlı çerçeveleri de kırılıp yakılmış.

Çarşıda artık kazazlık yapan ipek ustası kalmadığı gibi geleneksel Urfa nakışı “kışvallı”yı işleyen son usta Mahmut Karataş da geçen yıl bu dünyadan ayrılmış. Çarşıda sadece hazır dokumalara işlenmiş ipekli, pamuklu ya da sentetik örtülerle birlikte yazma, poşu, agel satan “neçekçiler” kalmış. Neçekçilerin dükkânlarının karşılıklı dizilerek uzun bir koridor oluşturduğu Kazzaz Pazarı’nın dört kapısından biri Sipahi Pazarı’na, ikincisi Pamuk Pazarı’na, üçüncüsü ise Han Önü Çarşısı’na açılıyor. Bir dükkândan bozularak yapılan dördüncü kapısından ise Gümrük Han’a çıkılıyor.

Tarihin tanığı Gümrük Han

Gümrük Han, Urfa Çarşısı’nın göz bebeği sayılır. Her ne kadar çarşının orta yerine değil de kıyısına yerleşmiş olsa bile, bütün çarşı bu hanın etrafında vücut bulmuş gibidir. İki önemli bedesten, Sipahi Pazarı ile Kazzaz Pazarı hana bitişiktir. İster yerli olsun isterse yabancı, Haşimiye Meydanı’ndan Urfa Çarşısı’na girenler Gümrük Han mevkisinden geçerler. Yolunu bilmeyen birinin hanı bulabilmek için etrafına bakınması yeter. Kendisini kemerli yüksek bir kapının önünde, iki yana dizilmiş tütün tabakası, MP3, tespih, sigara kâğıdı, ağızlık, DVD player, yün çorap, küçük televizyon, kuvvetli yapıştırıcı, yara bandı ve kaçak tütün satanların arasında buluverir. Hanın ağzındaki bu küçük pazar, ihtişamlı cümle kapısından girince de birkaç tezgâhla devam eder ta ki avluya kadar. Sonra birden bire alışveriş kalabalığının yerini bütün genişliğiyle açılan hanın avlusu alır. Burası çarşının nabzının attığı yer olduğu kadar geleneksel Urfa hayatının da ayrılmaz parçası olan Gümrük Han’dır.

Kazzaz Pazarı’nın renklerinden sıyrılınca sükûnet içinde bir nefes alabilmek için hana girdim. Seylan Çayhanesi’ne oturup Ramazan’a bir çay söyledim. Avludaki üç genç çınar, taş döşeme avluda geniş gölgeler yapan üç olgun çınarın boyuna erişmeye çalışıyordu. Avlunun ortasından geçen Halil İbrahim Suyu’nun dibindeki iki çınar fidanı ise üstlerine konan kuşların ağırlığıyla sarsılıp duruyordu. Çayın gelmesi gecikince ortada dolaştırdıkları mırra kahvesinden hiç de geleneklere uymayacak biçimde bir dolu fincan istedim. Sert ve yüksek kenarlı küçük bir eğere oturur gibi bacaklarımı açarak oturduğum Urfa işi kürsüye iyice yerleştikten sonra mırra fincanını önümdeki sehpaya bırakarak avluyu seyretmeye başladım.

Yıllardır gidip geldiğim bu hanın eskiden beri bildiğim atmosferi, son yıllarda yapılan restorasyonla biraz değişmişti ama günün erken saatlerinden itibaren çarşıda işi olup da yorgunluk gidermek isteyenlerden tutun da emeklilerden oluşan müdavimlere, turistlerden tutun da tespih ve saat satanlara ve köy köy dolaşan seyyar dişçilere kadar herkesin mekânıydı hâlâ. Bu avlu, çarşının soluk alıp verdiği yerdi.

Gümrük Han, 1563 yılında Kanuni Sultan Süleyman zamanında Urfa Sancakbeyi Halhallı Behram Paşa tarafından yaptırılmış. Yakın zamanlara kadar adliye, askeri kışla gibi çeşitli maksatlarla kullanılan han bir dönem gümrük olarak hizmet vermiş. Adı da bu zamandan kalmış. Cephesindeki kesme taşların iki renkli olması nedeniyle “Alaca Han” diye de anılıyor.

Bu anıtsal yapı, dört yüz elli yıllık geçmişiyle, tarihe tanıklık etmeyi sürdürüyor. Bu han ekseninde gerçekleştirilmiş bilimsel bir çalışma, derinlemesine bir araştırma yok ancak hanın idaresini yürüten Rızvaniye Vakfı, araştırmacılara her türlü kolaylığı sağlıyor. Vakıf yöneticilerinden Ahmet Çiftçi, hanın tarihini anlatırken Evliya Çelebi’nin seyahatnamesindeki adının “Yetmiş Hanı” olduğunu söylüyor. Bir yoruma göre handaki odaların sayısından ötürü bu ad verilmiş. Olabilir. Zaten hanın bugünkü oda sayısı yetmiş yedi adet. Gerçi bu odalarda eskiden olduğu gibi konaklayan kimse yok. Üst kattakilerin hepsi terziler tarafından kullanılıyor. Birkaç yıl öncesine kadar ikinci el giysileri onarıp yepyeni ederek yeniden dolaşıma girmelerini sağlayan bu atölyelerde artık yeni giysiler dikiliyor. Yaz kış demeden her mevsimde revakların altına çıkardıkları ütü masalarında harıl harıl çalışan kalfalar, pantolon, gömlek, ceket, önlerine ne gelirse buharlar saçarak son ütü yapıyorlar.

Hının alt katındaki odaların çoğu çarşı esnafı tarafından depo olarak kullanılıyor. Akşam inerken, el ayak çekilmeye yakın, çayhanelerde oturanlar birer ikişer giderken hanın avlusuna giren sepetli motosikletler, çınarların dibine çay çuvallarını, sigara kartonlarını, baharat kolilerini indiriyor. Çıraklar malları iki tekerli el arabalarına yükleyerek depolara taşıyor. Hanın çarşıya gün boyu verdiği hizmetlerin sonuncusu da bu.

Karanlık inerken hanın avlusundaki iki çayhanenin kürsüleri hatırı sayılır bir tepecik halinde yığılıyor ortaya ve hummalı bir temizlik başlıyor. Her akşam aynı fasıl. Çayhanelerin ocakçısı, garsonu avluyu süpürüyor, sonra da avlunun ortasından geçen Halil-ür Rahman Gölü’nün kıyısından başlayarak küçük kanaldan çektikleri sularla her tarafı yıkıyorlar. Ağır kapılar kapanırken çarşıdan el ayak çekiliyor.

Çarşının mekânları

O akşam buluştuğumuz emekli İl Kültür ve Turizm Müdürlerinden Kadri Çetiner, bir dönem geleneksel üretim yapıldığı ve canlı bir ticaret yaşandığı için çarşının şehir ekonomisinde önemli yer tuttuğunu belirtiyor. Ancak günümüzün değişen ekonomisinde eski ağırlığını yitirdiğini anlatıyor.

Çarşı, yapılan eklentiler ve yıkımlarla sürekli değişen bir mekân olmuş. Bugün adları bilindiği halde kendileri var olmayan Uncu Pazarı, Tüccar Pazarı, Bit Pazarı, Tarakçı Pazarı, Terziler Çarşısı, Kasarlar Çarşısı, İplikçi Pazarı denilen çarşılar varmış. Yerlerine yenileri yapıldığı için unutulmuşlar. Ancak dün olduğu gibi bugün de varlığını sürdüren ve farklı işlevler kazanmış hanlar var:

Çukur Han, 1823 yılında Hacı Kamil tarafından yaptırılmış. Birkaç basamakla inildiği için bu ad verilen yapı, günümüzde manifaturacılar ve terziler tarafından kullanılıyor. Urfa’daki hanlar içinde en güzellerinden biri olan yapıda, bir zamanlar Halil-ür Rahman Gölü’nden gelen suyun aktığı güzel bir fıskiyeli havuz varmış. Bugün beton havuz duruyor ama işlemeli fıskiyesi yok.

Mencek Hanı’nın yapım tarihi olarak 1323 ile 1727 yılları arasında bir zaman gösteriliyor ancak bu oldukça geniş zaman dilimi içinde kesin bir tarih verilemiyor. Bir dehlizi andıran girişten sonra çıkılan eyvanlı avluyu iki katlı han çeviriyor. Günümüzde terziler tarafından kullanılan hanın Kazazlar Çarşısı’nın yakınında olması ve en eski vakıf kayıtlarında 1716 yılında yapıldığının geçmesi, geçmişinin oldukça eskilere uzandığını gösteriyor.

Barutçu Hanı, Gümrük Han kadar etkileyici olmasa bile çarşının en güzel hanlarından biri. Kitabesi bulunmadığı için tam olarak hangi tarihte yapıldığı bilinmiyor ancak 1976 yılında tesadüfen yıkımdan kurtulduğu anlatılıyor. Yerine büyük bir iş hanı yapmak için yıkılmaya başlanan han, son anda müze yetkilileri tarafından kurtarılmış. Demirci Pazarı’na yakın bir mevkide, oldukça düzgün kesme taşlarla inşa edilen iki katlı yapının üst katındaki odalardan bazılarının önündeki işlentili sütunlar dikkat çekici.

Urfa Çarşısı’nda gezinirken sıkça karşılaştığım bu mekânların dışında adlarını anmadan geçemeyeceklerim de var. Urfa tarihi ve kültürü üstüne araştırmalar yapan, çok sayıda kitapları yayınlanmış Cihat Kürkçüoğlu, yukarıda sözünü ettiğim hanlar dışında dikkate değer özellikleri olanları şöyle sıralıyor. Şaban Hanı, Kumluhayat Hanı, Bican Ağa Hanı, Topçu Hanı, Fesadı Hanı, Samsat Kapısı Hanı, Millet Hanı. Bugün yıkılmış hanların yerinde yeni yapılar yükseliyor.

Urfa’nın çarşıları arasında, yine Gümrük Han etrafında toplanmış şu pazarlar özellikle belirtiliyor: Kazzaz Pazarı (Bedesten), Sipahi Pazarı, Koltukçu Pazarı, Pamukçu Pazarı, Oturakçı Pazarı, Kınacı Pazarı, Bıçakçı Pazarı, Kazancı Pazarı, Neccar Pazarı, İsotçu Pazarı, Demirci Pazarı, Çulcu Pazarı, Çadırcı Pazarı, Saraç Pazarı, Attar Pazarı, Tenekeci Pazarı, Kürkçü Pazarı, Eskici Pazarı, Keçeci Pazarı, Kokacı (Kovacı) Pazarı, Kasap Pazarı, Boyahane Çarşısı, Kavafhane Çarşısı, Han Önü Çarşısı, Hüseyniye çarşıları.

Bütün bunları bir çırpıda sayabilmek zor olduğu kadar, Urfa çarşılarının içinde kaybolmadan gezinmek de pek kolay değil. Hele buralara yolu ilk kez düşmüş biri için çarşı esnafını, müşterileri, nefes almadan çalışır gibi görünen zanaatkârları, aylak gezinenleri, sırt dolusu mal taşıyan hamalları seyrederken yolunu şaşırmak ne kadar heyecan vericiyse, aynı hanlara girip çıkmaktan, aynı dükkânların önünden defalarca geçmekten, aynı avlulara dalmaktan helak olmuşken birden bire Gümrük Han’ın avlusuna düşüvermek de ferahlatıcı bir sürpriz olur.

Dünyanın her yerindeki eski çarşıları yolunu kaybede bula gezinmek güzeldir. Bu sayede o çarşılar gerçekte olduğundan daha da büyük görünür, daha zenginleşir ve bu sayede insanın hayal dünyasındaki buğulu boşluklardan birine gidip yerleşiverir. Lakin Urfa Çarşısı’na romantik bir algıyla bakanlar, oryantalist klişelere hapsederek, “sırlı”, “gizemli”, “büyülü”, bir mekân ve “esrarengiz labirentler” hâlinde algılayan metinler ne kadar anlamsızsa, turizm pazarlamasına alet olan anlatılar da o kadar yanıltıcıdır. Aslında bu çarşı insanları, binaları ve sokaklarıyla organik bir yapıdır. Sürekli değişir. Urfa’da hâlen yaşamakta olan geleneksel kültür, ticari hayata yansırken oldukça sert bir yaşam mücadelesine de sahne olur. Çarşının görünen yüzünün arkasında yoksulluğun, işsizliğin, mesleksizliğin ve göçlerin getirdiği bir başka gerçek dünya daha vardır. Bu çarşı bölgede hâkim olan üretim tarzının, ticari hayattaki yansımasıdır. Urfa, GAP sulamasıyla birlikte Harran Ovası’nda yaratılan tarımsal değerin ticari olarak kente yansıdığı bir merkez. Günlük ilişkilerde köy hayatı ve köylülük egemen. Beğeniler ve ihtiyaçlar bu hayatın koşullarına göre biçimlenmiş. Ancak şehirli yaşantılar da kendi davranış biçimlerini çarşıya yansıtıyor. Bu nedenle dört yüz elli yıllık Gümrük Han’ın avlusunda; yerden bir karış yükseklikte, sert bir semere oturur gibi oturulan kürsüler ve alçak sehpalar ile dört bacaklı yüksek masalar ve arkalıklı iskemleler yan yana duruyor. Balıklıgöl civarındaki çay bahçelerinde ise ahşap süsü verilmiş plastik koltuklar tercih ediliyor.
Kıdemli gazeteci Naci İpek; “Eskiden bu çarşı, Urfa’yı temsil ederdi.” derken, gelişen teknolojiyi ve değişen dünya şartlarının çarşıyı olumsuz etkilediğini söylüyor. Fabrikasyon ürünler Urfa Çarşısı’ndaki geleneksel üretimin sonunu getirmiş. Urfa, Doğu’dan Batı’ya açılan, Hindistan’dan Avrupa’ya giden İpek Yolu’nun üstünde olduğu gibi aynı zamanda güney kuzey ekseninde Arap coğrafyası ile Kafkaslar arasında da önemli bir geçiş noktası olmuş.

Bir dönem ham ipek, bölgenin önemli üretim ve ticaret kalemlerinden biriyken Naci İpek’in dedesi de Kazzaz Pazarı’nda ipekçiymiş. Büyük tüccarlar uzak ülkelerle ticaret yaparmış, Ancak en yoğun alışveriş Halep’teki tüccarlarla olurmuş. “’Ben Urfa’da Bedesten’in esnafıyım.’ diyen bir tüccarın bütün bölgede namütenahi kredisi olurdu.” diye anlatıyor durumu. “Yakın zamana kadar Bedesten’de bir ipekçi iflas etse, bütün borcu komşuları tarafından ödenir, vefat eden bir tüccarın işine hangi oğlunun devam etmesinin uygun olacağına ise yine çarşı yönetimi karar verirdi.” diyor. Çarşıyla ilgili en canlı anılarından birini ise şöyle anlatıyor:

 

Sipahi Pazarı’nın kilimcileri

“1955’te Urfa’ya Yaşar Kemal gelmişti. O da ben de çok gençtik. Röportaj yapacaktı, hatta ilk röportajın yanılmıyorsam o röportajdı. ‘Dünyanın en büyük çiftliği’ diye bir konusu vardı hatırlıyorum. On gün burada kaldı, birlikte dolaştık, keçeye, kilime meraklıydı. Birlikte Sipahi Pazarı’na gittik, her taraf keçeci, kilimci doluydu. Yaşar Kemal beğendiklerini seçip ayırdıkça bizimkiler hiç para söylemiyordu. Sonuçta beğendiklerini kendisine hediye ettiler. Çok mutlu oldu. Ertesi sabah buluştuğumuzda kilimlerin, keçelerin güzelliğinden gözüne uyku girmediğini söyledi.”

Sipahi Pazarı, Gümrük Han’a bitişik bir yapı. Bir vakitler Gümrük Han’a gelenlerin atını, devesini bağlaması için yapılmış. Kemerli yüksek tavanı, karşılıklı iki sıra dükkânla uzanan çarşıyı olduğundan daha dar ve sonsuza gidermiş gibi gösteriyor. Hiç soluk almadan yan yana dizilmiş dükkânlar en fazla iki metrekare büyüklükte. Dükkânların hepsi tepeleme halı, kilim dolu ancak pek azında el işi ve has dokumalar satılıyor. Son yıllarda esnaf, hazır makine halılarına dönmüş. Elliye yakın dükkânın arasında kalan tek tük has halıcılar hemen fark ediliyor.

Çarşının tavanında açılmış aydınlatma pencerelerinden içeriye yumuşak bir ışık giriyor. Çarşının bir ucu İsotçu Pazarı’na, diğer ucu Boyahane Çarşısı’na açılıyor. Buradan Kazzaz Pazarı’na bir kapı açılmış. Bu çarşıdaki esnaf halı satıyor ama halk arasında adları “oturakçı” Bu ad, esnaf tarafından da benimsenmiş. Hatta “Oturakçılar Odası” diye bir örgütlenmeleri var, bir de başkanları bulunuyor. Ramazan Yıldız bir süredir odanın başkanı ve geleneksel yapı içinde bu çarşının şıhı. Kendisi bu terimi kullanmasa bile, ahilik geleneğinin iyi kötü hâlâ devam ettiği çarşıda günlük ilişkilerden alışveriş adabına kadar özenle korunmaya çalışılan pek çok konuda onun sözü geçiyor.

“Şanlıurfa’da yaşayan ahilik kültürü” üstüne çalışan ve bu konuda makaleleri bulunan Abuzer Akbıyık, Osmanlı döneminde merkezden çok uzak olan Şanlıurfa’da, kimi farklı yanlarına rağmen yüzyıllarca devam eden ve kökü ahiliğe dayanan bir esnaf kültürünün kısmen yaşadığını belirtiyor. Sipahi Pazarı’ndaki esnaf örgütlenmesinin de bir şıh ve idare heyetine sahip olduğunu söylüyor.

Çarşıdaki küçük dükkânında el işi halı ticareti yapan Oturakçılar Odası Başkanı Ramazan Yıldız, kürk ve aba da satıyor. Yıldız, orta yaşlarda olmasına rağmen çocukluğundan beri çarşının içinde büyüdüğü için eskilerden sayılıyor. O sabah çarşıya erkenden gittiğimde kepengini açmış mallarını yerleştiriyordu. İşleri toparladıktan sonra buyur etti, az yüksek dükkânın sekisine oturdum, çaylarımız geldi, önümüzden gelip geçenlerle, komşu esnafla ve tanıdıklarla sabah selamlarını alıp verirken konuşmaya başladık.

Sipahi Pazarı’nın bir zamanlar sadece Urfa’nın değil bütün güneydoğu bölgesinin en önemli halı pazarı olduğunu anlatan Ramazan Yıldız, makine dokumalarıyla birlikte durumun değiştiğini belirterek “her şey plastik oldu.” diyor. Bu çarşıdaki esnaf oturarak çalıştığı için “oturakçılar” adını almış. Çarşı şıhı seçildikten sonra neler yaptığını sorduğumda, özel bir şey yapmadığını, yüzlerce yıldır süren geleneği sürdürmeye çalıştığını, en başta da dürüstlük, güvenilirlik ve saygınlık açısından esnaflığın değerini korumaya çalıştığını söyledi. Bu arada, çarşı şıhlarının “ayıplı” olan bir esnafa her sabah yapılan geleneksel halı ihalesine katılma yasağı koymasından, dükkân kapatma cezası vermesine kadar bir dolu örnek saydı.

Günümüzde gerçekten sürdürülen bir geleneğin son temsil edildiği mekânlardan biri bu çarşı. Sabahları duayla açılan mezatta her isteyen halısını, kilimini, kürkünü, keçesini satabiliyor. Bu işle görevli mezatçılar ya da burada söylenen adıyla dellallar var. İhaleyi Oturakçılar Odası Başkanı yönetiyor. Dellallar, omuzlarına vurdukları halıları, çarşı içinde bir aşağı bir yukarı dolaşarak esnafa gösteriyor, fiyat tekliflerini yüksek sesle herkese duyurarak satış yapıyorlar. Yakın zaman öncesine kadar çarşıda bu işi yapan kırk dellal bulunduğunu, şimdi sadece dört tane kaldığını söyleyen Ramazan Yıldız, uzaktan gelen kırçıl sakallı, iri yarı adımı işaret ederek; “Kıdemli dellal geldi, şimdi mezat başlar.” dedi.

Seyit Rıza, çarşının başına geçerek herkesin dikkatini çekecek şekilde bir iki öksürdü, boğazını temizledi ve besmeleyle sabah duasına başladı:

“Ehli iman, ehli İslam’ın ervah-ı şerifleri için Allah rızası için El Fatiha.

Yarabbi hayırları feth edesin,

şerleri def edesin,

münkir, münafık, zalimin şerrinden hıfz-ı emin edesin.

Göz edin, kefili almadan parasını vermeyin,

son parayı kesmeyin,

harcı da unutmayın.

Cümleten hayırlı işler.”

URFA NOTLARI

TARİHÇE

Şanlıurfa, dünyanın yaşayan en eski kentlerinden biri olarak bilinir. Tarihin eski zamanlarından beri, ticaret yollarının buluştuğu yerdedir. Farklı inançların, kültürlerin ve dillerin, değişik dönemlerde egemen olduğu kent, bugün az da olsa bu zenginlikleri yansıtır. Urfa ve yöresinde çok önemli tarihi mekânlar, antik kalıntılar ve ören yerleri bulunur. Son dönemde dünyanın ilgisini çeken ve gerek arkeoloji çevrelerinde gerekse insanlık tarihiyle ilgilenen bilim insanları arasında değerli bir buluş olarak gösterilen Göbeklitepe kazıları, bölgedeki insan yerleşimlerinin tarihini, günümüzden 11.500 yıl öncesine kadar götürür.

Urfa, “Peygamberler Şehri” namıyla da anılır. Hazreti İbrahim’in ve Hazreti Yakub’un bu şehirde doğduğu kabul edilir. Tarih boyunca çok sayıda akınlara uğrayan ve işgaller yaşayan Urfa’da; Ebla Akad, Hitit, Huri, Mitanni, Arami, Asur, Pers, Makedonya, Roma, ve Bizans devletleri egemenlik kurar. Şehir, 1094’te Selçuklu hâkimiyetine girer, 1098’de Haçlı Edessa Krallığı’nın eline geçer. 1516’da Osmanlı hâkimiyeti kurulana kadar Eyyubiler, Memlûklüler, çeşitli Türkmen aşiretleri, Timurlular, Akkoyunlular, Dulkadir Beyliği ve Safeviler hâkim olur. Urfa, 1516’da tekrar Osmanlı sınırlarına katılır. 1919’da İngilizlerin, daha sonra Fransızların işgaline uğrar. 1920’de işgalden kurtulur ve 1984 yılında adının başına “Şanlı” sıfatını alarak Şanlıurfa adıyla anılmaya başlar.

Şanlıurfa’nın bilinen en eski ismi, Aramiler tarafından verilen Urhay’dır. Büyük İskender komutasındaki Makedonlar kente geldiğinde, şehre Edessa adını verirler. Bugünkü Urfa adının Süryanice Urhai sözcüğünden türediği bilinir. Urhai’nin ise Arapçada “suyu bol” anlamına gelen Er-Ruha sözcüğünden kaynaklandığı düşünülür. Urfa, sadece Doğu’dan Batı’ya uzanan İpek Yolu üstünde değil, aynı zamanda kuzey-güney doğrultusunda Mezopotamya ile Kafkasları da bağlayan bir merkez. Bu nedenle eski kent merkezinde bugünkü çarşının olduğu yer, tarihin farklı dönemlerinde önemli bir ticari merkezmiş. Sur içindeki bu merkezle birlikte, şehrin farklı yerlerine dağılmış ve bugün sadece çok az kısmı ayakta duran hanlar, uzun süre ticaretin kaynağı olmuş. Günümüzde varlığını sürdüren geleneksel çarşılar, hanlar ve bedestenlerin yanı sıra Urfa’da dünya markalarının pazarlandığı modern çarşılar da yeni alışveriş alışkanlıklarıyla birlikte çoğalıyor.

SEYYAHLARDAN

1575’te Augsburg ve Rauwolf;

Urfa’nın sağlam inşa edilmiş, temiz ve güzel bir kent olduğunu söyler, öve öve bitiremezler. Şehirdeki halı-kilim ticaretini oldukça canlı bulan seyyahlar, Avrupa ile alışveriş yapan tüccarlar bulunduğunu anlatır.

1632’de Jean-Baptiste Tavernier;                                                      

“Urfa, en güzel marokenlerin yapıldığı üç kentten biri ve marokene bu güzel parlaklığı veren de söz konusu yörelerin kendilerine özgü suları. Sarı maroken Urfa’da, mavisi Tokat’ta, kırmızısı Diyarbakır’da yapılıyor ve bunların bu kadar güzeli, Türkiye’nin başka hiçbir yerinde üretilmiyor.”

Evliya Çelebi;

“Çarşı, dört yüz dükkândır. Her türlü değerli eşya bulunur. Saraçhanesi İbrahim Halil Irmağı kıyısındadır. Onun için Bağdat Serdabı gibi soğuk suyla sulanmış ana yolun iki tarafı mâmur ve güzel, mevsiminde türlü çiçeklerle süslü olup geçenlerin içini açar. Oralarda bütün bilgi sahiplerinin toplandığı, dinlendiği yerler vardır….

… İki bedesteni vardır. Biri eski usul kâgir kubbeli yapı olup uzunlamasına yapılmıştır. Üç tane demir kapısı vardır. Bütün kıymetli mücevherler bulunur.”

 

ÇARŞIDAN BİR MESLEK:

Kazazlık

İpek ipliğin el ile bükülerek işlenmesine “Kazzazlık” denir. Bugün Bedesten diye de anılan Kazzaz Pazarı’nda, yakın zaman öncesine kadar çalışan 30-40 dükkân bu sanatı sürdürürdü. Günümüzde ticari çekiciliği tamamen ortadan kalkan bu ince sanat, sadece anılarda yaşıyor.

Yüz yıl kadar önce ipekçilik, Urfa’da önemli bir sektördü. Bugün Urfa bahçelerinde az sayıda da olsa görülen dut ağaçları o zamanki koza yetiştiricilerindin kalmadır. Kazzazlar ince ibrişim ve kalın ibrişim diye iki tür ip bükerdi.

Kelep denilen ve Urfalı kadınların çok sevdikleri incili takı, ince ipek ibrişime dizilerek yapılırdı. Bir santim kalınlığında örülen kaba iplerle cep saati veya tabanca bağı yapılırdı. Uzun kadın saçı görünümü veren, sık örgülü siyah ibrişim de aranan süs eşyalarından biriydi. İpek örgüleri, başlarının arka tarafına iliştirerek omuzlarından aşağı sarkıtan köylü kadınlar tarafından kullanılırdı. Çarşıdaki son kazzaz Abdurrahman İpek’ten sonra bu sanatı sürdüren kalmadı.

KAYNAKÇA

  • Kürkçüoğlu, M.Akalın, S.Kürkçüoğlu, S.Güler- Şanlıurfa Uygarlığın Doğduğu Şehir, ŞURKAV/27, 2002
  • Misbah Hicri – Tarihin Adı Urfa – Kent Yayınları, 2006
  • Şanlıurfa Kültür Turizm Rehberi – Valilik İl.Kült.Md.Yay. Şehir Kitaplığı Dizisi:5, 2008
  • Mızrak, M.Öcal, S.Güler – Urfanın Etrafı – Valilik Kült. Yay. 2002
  • Cihat Kürkçüoğlu, Peygamberler Şehri Şanlıurfa – Valilik Kült.Yay.1995
  • İlimiz Şanlıurfa – Özgül Yayınları
  • Cihat Kürkçüoğlu – inançlar Diyarı Şanlıurfa. Valilik Yay. 2000
  • Mar YEşua, Urfa ve Diyabakır’ın Felaket Çağı 494-507, Yeryüzü Yay.1996
  • Müslüm Yücel – İbrahim ve Harran gizemi – Belge Yay. 2000
  • Selami Yıldız – Şanlıurfa’da Enbiya Kıssaları – ŞURKAV yay.23, 2000
  • Mehmet Faraç – Kötüler Mahallesi – Günizi yay. 2002
  • Mehmet Faraç – Suyu Arayan Toprak – Ozan yay. 2001
  • Mehmet Faraç – Son Gavur – Günizi yay. 2004
  • Şanlıurfa 1850-1950 ŞURKAV yay:30 2008
  • GAP Bölgesinde ültür Varlıklarının Korunması, Yaşatılması ve Tanıtılması Sempozyumu 1998 Şanlıurfa –

*Kıvılcım Ajans Tarafından Hazırlanan Halk Bankası Yayınları arasında 2011 yılında yayınlanan “ÇARŞILARLA ANADOLU Hanlar-Bedestenler Kapalıçarşılar” kitabından.

Özcan Yurdalan

Gazella Turizm

Gazella Fotoğraf Turları

Close