ZAMANIN EN UZAK YERİ
“Çok uzaktan geldiğinizi biliyorum,” dedi oturur oturmaz. Hâlbuki haline bakılırsa asıl o uzaktan gelmiş gibi görünüyordu. Siyahtı, çıplaktı, sol omzuna uzun saplı küçük bir balta asmıştı. Gözleri, okyanusun derinliklerinden yeni çekilmiş iki iri balık gibi parlak ve ürkek bakıyordu yüzüme. Sol yanağını şişiren bir tutam yaprak, geldiğimizden beri ağzında çevirerek suyunu emmekten belli ki pelte kıvamını almıştı. Arada bir mercan kırmızısı salgı tükürdükten sonra kalın dudaklarını elinin tersiyle siliyordu.
Vedaların bölgesindeydik. Az önce arabayı bıraktığımız yer taze bir sel yatağıydı. Musonlar yeni dinmiş, havada yağmur kokusu kalmıştı. Kim bilir ne zamandır her muson mevsiminde kuzeydeki dağlardan önüne katıp getirdiği kayaları birbirine çarpa çarpa aşağı indiren sular, çekilip giderken geriye yuvarlak ve parlak çakıl taşları bırakmıştı.
Arabanın sesi, ormana girerken birdenbire kısılmıştı. Sanki şehir yollarında kükreyerek gezinen güçlü motor onun değildi. Neredeyse çık çıkarmadan gidiyorduk. Çok geçmeden el freni gıcırtısıyla bir ağaç dibine yerleşir yerleşmez derin bir soluk koyuvermiş gibi geldi bana. Orman sadece motorun sesini değil, ayak seslerimizi de emip götürüyordu. Tıpkı sesler gibi bizi de içine çekmekte olduğunu geç de olsa fark edecektim.
Bizi karşılayan kuzguni delikanlı bir süre beraber olacağımız kabilenin gençlerinden biriydi. Birbirimizin dilini bilmiyorduk, pek konuşkan birine de benzemiyordu zaten, deler gibi bakıyordu insanın içine. Sadece nasıl selamlaştıklarını öğrenmiştim. Sri Lanka’da yaygın konuşulan dilde “hondai” merhaba demek. Şinhale dili muhtemelen bu sözü yerli halk Weddaların “hondamay” ından almıştı.
Her dilde selam vermenin, hele yabancı bir yere gidildiğinde ev sahiplerini kendi dilleriyle selamlamanın anlam ve önemi üstüne burada laf üşürecek değilim. Bizi karşılayanların iki ellerini öne doğru uzatarak ve parmaklarını hafifçe bükerek yaklaştıklarını görünce ben de aynısını yaptım. Elerimiz kenetlendikten sonra bir ağızdan “hondamay” diye silkelenip bırakıldı. Bunu yaparken gözlerimizin de birbirine kenetlenmesi gerekiyordu.
Karşılamaya gelenlerin hepsi kakule’ydi yani biraderler. Ortalıkta bir tane bile “kakuli” olmadığı gibi, uzaktan da olsa Wedda kadınlarından birini bile göremeyecektim.
Karşılayıcı gençlerle ilişki kurabilmek için, iki laf edip kafamda dönen sorulara cevap bulabilmek için çırpınıyordum ama hallerine bakılırsa gevezeliğe pek meyilli değillerdi. Hondamay ve kakule, ortaklaşa kullandığımız iki kelimeydi. Derdimizi anlatmak için onların yarı çıplak, bizim ise tepeden tırnağa korunaklı giysilere bürünmüş bedenlerimiz vardı, hepsi bu.
Park yerinden köye gitmek üzere önümüze düştükten hemen sonra arayı açtılar. Ağaçların arasında kıvrılarak uzanan yolda ayağa kalkmış kral kobra gibi süzülüyorlardı.
Sel yatağından geniş bir patikaya saparak köye vardık. Ormanın içindeki açıklığa yerleşmiş evler kargı ve çalılarla yapılmış, saz damlı, saman sıvalı küçük kulübelerdi. Ancak esas yerleşimin daha içerde, izinli gelen misafirler de olsa herkesin gözünden uzak bir yerde kurulduğunu anladım.
Küçük meydana bakan çardakta bizi kabul eden reis “Çok uzaktan geldiğinizi biliyorum” diye söze başlamıştı, kendisi de pek yakından gelmiş gibi görünmüyordu. Buluştuğumuz yer bir zamanlar Seylan diye bilinen, kadim adı Serendib adası olan Sri Lanka’nın güneyinde Dambana ormanının içindeki Wedda köyüydü. Gerçekten onun da söylediği gibi biz buraya mesafe olarak bir hayli uzaktan, Anadolu’dan gelmiştik, onun zihnindeki mesafe ile bizim buraya gelirken kat ettiğimiz yol örtüşür müydü bilmiyorum. Çardaktaki ahşap sıraya tıpkı bizim gibi ilişip sorularımızı sabırla cevaplayan reisin bir hayli uzaktan gelmiş gibi görünmesinin sebebi ise sadece görünüşüydü. Siyahtı, çıplaktı, sakal ve saçlarını özgür bırakmıştı. Bedeninden yükselen ışık, ormana girdiğimiz zaman fark ettiğim ışığın aynısıydı.
Evet asıl uzaktan gelmiş olan oydu. Her ne kadar bu adanın en eski halkının reislerinden biri olsa da, kabilesi soylu bir geçmişin mirasçısı olarak hayatlarını ve kültürlerini aynı yerde devam ettirmeye çalışsa da, bugünün dünyasına çok uzaktan gelmişlerdi. Zamanın çok uzak dönemeçlerinin birinde kalmış, halimizden hoşnutuz diyerek, bırakın endüstri toplumunu, yerleşik hayatı bile reddetmişlerdi. Ateşi, çakmak taşı, demir parçası ve kavla yakıyorlardı.
Ziyaret ettiğimiz köy, Sri Lanka’da “modern toplum” diye adlandırılan “tüketim toplumu”nun en yakınında kalmış tek Wedda yerleşimiydi. Çok az bile olsa zamane insanıyla ve yaşam tarzıyla ilişki kurmuşlardı.
Özel statüde yaşadıkları orman içinde avlanma ve kendiliğinden yetişen ürünlerden yararlanma hakları vardı. Reisin anlattığına göre yavaş yavaş yerleşik hayatı tanımaya başlamış, buğday yetiştirmek üzere küçük bir tarla açmışlardı. Ama hâlâ karınlarını ormandan ve yakındaki küçük gölden doyuruyorlardı.
Sayıları iyice azalmış olan diğer kabileler daha uzakta, yüksek ve tenha kıyılarda göçebe yaşıyor, sadece avcılık ve toplayıcılıkla hayatlarını devam ettiriyorlardı. Av araçları ok ve yay, uzun saplı küçük demir baltalar ve kendi yaptıkları bıçaklardı. Hepsi bu.
Çevreleriyle kurdukları yaşam birliği sayesinde ayrı bir dil ve kültür geliştirmişlerdi. Doğa güçlerine inanıyor, atalar kültünü sürdürüyorlardı. Sadece birbirlerini ve orman canlılarını değil, tabiatın uzak ve belirsiz işaretlerini de anlamayı başarıyorlardı. Geçtiğimiz yıllarda bölgede yaşanan ve yüz binlerce insanın hayatına mal olan tsunami sırasında, kıyıda ve küçük adalarda yaşayan Weddalar, yaklaşan felaketi fark ettikleri için gerekli önlemleri almış, tek zayiat vermemişlerdi. Sri Lanka’da ne zaman adanın yerlilerinden konuşulmaya başlansa, Weddalar’dan söz açılsa bu hikâye anlatılıyordu.
Reis, meraklı zamane insanı sorularımızı sabırla cevapladıktan sonra çekildi. Gençler, ormanda yapacakları dansa davet ettiler, usturuplu biçimde köyden uzaklaştırıldık. Ne de olsa, kılık kıyafetimizin tuhaflığı, açıkta kalmış tenlerimizin kanı çekilmiş çiğ eti andıran rengi, fotoğraf makineleri, gürültülü konuşmalar falan ahali için pek de özenilecek örnekler değildi. Gerçi yabancılarla ilk temasla birlikte yıkım süreci de binyıllar önce başlamıştı ama…
Tarih boyunca ada büyük işgallere uğramıştı. Bir zamanlar adanın tek sahibi olan bu halk, tıpkı uzak akrabaları Aborijinler gibi yeryüzü yalnızlığında yok olmaya terkedilmişti. Weddalar’ın binlerce yıldır işgal altında geçen hayatları son demlerini sürüyordu. Hızla bozulmaya başlamış kültürleri daha ne kadar korunabilecekti bilinmez.
Sri Lanka Adası MÖ. 5.yy’da kuzeydeki Hindistan ana karasından gelen Ayranlar tarafından işgal edilmiş ve Şinhale halkı bu topraklara yerleşmiş. Bundan iki yüz sene sonra başlayan Tamil işgali ise 1200 yıllarına kadar sürmüş. Yakın geçmişte Portekiz Hollanda ve İngiliz sömürgecilerin çay tarlalarında çalıştırmak üzere getirdikleri Tamiller, sömürgeciler kovulduktan sonra Adanın ikinci kalabalık nüfusunu oluşturmuşlar.
Bugün Sri Lanka’da kanlı çatışmalara neden olan Şinhale ve Tamiller arasındaki egemenlik kavgası, Tamilerin Kuzeyde kurtarılmış bölgeler kurmalarına rağmen bütün acımasızlığıyla devam ediyor. Bu arada ormanda yaşayan yerli halk Vedaların esamisi okunmuyor. Zaten çok az kalmış oldukları ve çağın ilişkilenme biçimlerinden, çatışmalar, uzlaşmalar, paylaşmalardan bihaber oldukları için öyle bekliyorlar.
Ormanın içinde yaptığımız uzun yürüyüş iyi geldi. Onlar yarı çıplak bedenleriyle tek çizik almadan çalıların arasından geçiyor, önümüzde patika açıyorlardı. Ayaklarında bileklerini süsleyen ince bir ipten başka bir şey yoktu. Oysa parmak gibi dikenlerle doluydu ortalık. Geniş adımlarla adeta koşar gibi ilerliyorlardı. Bir yere yetişmek için acelemiz yoktu oysa. Onların da aclesi olduğunu sanmıyorum. Gerçi zaman algılarımız birbirinden çok farklıydı. Onlar ormanın, taşların ve okyanusun dilini bilen insanlardı. Acele etmek, bir yere yetişmek için telaş içinde koşturmak, zamanı kaçırıyorum diye dertlenip telaşa kapılmak, hayatı ıskalama derdiyle yanıp tutuşmak, daha hızlı, daha çabuk derken meselenin aslını ihmal edip özetiyle yetinmek ise daha çok bize özgü arazlardı. Şimdi onlar önden gidiyor, yürüyüşün temposunu onlar veriyordu, ormanın içinde nerdeyse koşturuyorduk. Anlamıyordum doğrusu.
Kalın tabanlı botlarımın altında daha küçük dikenler, kuru dallar ve sert sarmaşık parçaları eziliyor, aniden çıkıveren kim bilir kaç yüz yıllık haşmetli ağaç kökleri yürümemi engelliyordu. Tökezlemeden peşlerinden koşturmak kadar, aradaki mesafeyi korumaya çalışmak da kolay değildi. Sanki bir sürek avının acemi tazısıydım.
Varacağımız bir yer var mıydı yoksa binlerce yıl öncesine doğru hedefi meçhul bir yolculuğa mı çıkmıştık bir süre sonra belirsiz hale geldi. Yoğun bir sis bulutunun içine girdim, ormanın örtüsüne büründüm. Sanki gövdem porselen bir bibloydu, bacaklarım ağırlaşmış hareketlerle kaskatı kesilmiş bedenimi oradan alıp oraya koyuyordu. Üstümü büyük yeşil bir yaprak örttü. Galiba bu yaprak ormana girer girmez önümde yürüyen genç kakule’nin duraklayarak tepemizdeki ağaçtan kopardığı taze filizlere benziyordu. Bir tutam yolup ağzına atmış, geri kalanları da bana uzatmıştı. Aynen onun yaptığını tekrarlamıştım. Ağzımdaki kocaman lokma her adımda suyunu salarak ezilmiş, giderek hamur kıvamını almıştı. Orman tıpkı sesler gibi bizi de içine çekiyordu.
Ne kadar yol aldık bilmiyorum ama ormanın tükürür gibi hepimizi savurduğu küçük alan tam gölün kıyısındaydı. İşte o sırada ellerime baktım ve parmak uçlarımdan başlayarak bütün tenimin kuzguni siyaha döndüğünü fark ettim. Koşarak suya indim, kana kana içtim. Her yudumda, suda titreşen bedenimden bir parçanın daha çıplak kaldığını siyah tenimin suda parladığını gördüm. Sonunda getirip belime bir bez bağladılar.
Dikine dizilmiş kütüklerin yanına gittik, kavla samanlar tutuşturuldu, etrafımızı kestane rengi bir duman sararken davullar vurdu. Hoş geldin makamında bir dans başladı. Hindistan cevizini kendi kabuğunda rendeleyip içine kattıkları otlarla iki kaşımızın arasına küçük dilek tikaları yaptılar. Dans biterken akşam iniyordu. Hondamay faslıyla kakulelere veda edildi.
Sri Lanka, Weddalarla birlikte Şinhale ve Tamillerin ülkesi, Doğa tapıncıyla birlikte Hinduizmin, Budizmin ve Müslümanlığın memleketi. Sri Lanka’da ülkeyi yönetin Şinhaleler Hindistan’ın sömürgeci ve tahakkümcü tutumundan yakınıyorlar. Adanın kuzeyinde ve doğusunda özerk bölgeler ilan etmiş Tamiler ise Şinhalelerin adaletsizliğinden yakınırken silahlı savaşı sürdürüyorlar lakin kısa bir süre önce devletin kıyıcı baskısıyla savaşı şimdilik kaybetmiş durumdalar. Bir süredir silahlar patlamıyor ama Tamil sorunu varlığını koruyor. Weddalar’a gelince onlar herkesten her şeyden, yani dünya âlemden, âlemin hızla tek tipleşen küresel kültüründen ve tüketim toplumunun sirayet etmesinden şikayetçiler, kendi seçtikleri hayatı, kültürlerini, dillerini, inançlarını özgürce yaşamak istiyorlar.