Close
Manisa (2. Bölüm)

Manisa (2. Bölüm)

Manisa’nın yakın gelecekte turizmden daha fazla pay alması gerektiğini düşünenler yayla turizmi, dağ yürüyüşleri ve doğa aktivitelerinin artırılması gerektiğini belirtiyor. Bütün turizm projelerinin merkezinde ise Sultan Camii ve çevresi yer alıyor.

Bu şehrin ruhu Sultan Camii ise eğer tarihi dokunun ana damarlarından biri de Ağlayan Kaya ile Ayniali bölgesini birbirine bağlayan Kumludere Caddesi. Bu cadde adından anlaşılacağı gibi Spil Dağı’ndan doğan bir pınarın yeşillikler içindeki yatağını izleyerek şehrin içlerine uzanıyor. Ağlayan Kaya ise bu dere ile şehrin tam buluştuğu yerde.

Bedriye Aksakal, birlikte ömür geçirdikleri bir grup arkadaşıyla Saruhan Parkı’na girerken belli ki müdavimlerden oluşan çay bahçesi sakinleri masalarından nazik selamlarla gelenleri karşıladılar.

Bedriye hanım çok sayıda kitabı olan bir yazar. Çalışmaları arasında derlemeler, anılar, şiir kitapları bulunuyor. Manisalı Kadınlar adlı kitabında Kibele’den başlayıp Niobe’yle yol aldıktan sonra Manisa’ya iz bırakmış otuza yakın kadının portresini yazmış. Benzer bir çalışmayı Hakkı Avan’da yapmış, “Onların Hikâyesi” adlı kitabında yer verdiği kadınların ortak özelliğini

“Manisa’nın işgal yıllarını görmüş, acı çekmiş, yoksulluğa düşmüş bir kuşağın çocukları olmaları,” diye anlatıyor. Manisa’da doğup büyüyen beş kadınla sözlü tarih çalışması yapan Hakkı Avan,

“Onların hikayesi, beş kadının bakış açısından yaşanmışlığa bağlılık özelliği taşıyor,” diyor.

Manisa’nın bugününde, yakın geçmişinde ve tarihin derin katmanları arasında kadınların önemli bir yer tuttuğunu belirtmek gerekiyor. Pagan dönemdeki tanrıça Kibele ve ölümlü Niobe’den günümüze gelene kadar şehirde iz bırakmış çok sayıda kadından söz ediliyor. Bunlardan en eskisinin, Niobe, Ağlayan Kaya’nın hikayesi için Bedriye Hanım’a kulak veriyorum:

Niobe’nin hikayesi çok eski zamanlarda bu topraklarda hüküm süren Frigyalılar devrinde geçiyor. Kral Tantalos’un kızı Niobe burada doğmuş, büyüyünce göz kamaştırıcı güzellikte bir prenses olmuş. Nâmı gittikçe yayılan, şânı dağlardan ovalara akseden Prenses vakti gelince kendine denk bir eş ile başgöz edilmiş. Tebai Kralı Amfiyan ile mutlu evliliklerinden bir düzine çocukları olmuş. Çocuklardan altısı oğlan, altısı kızmış. Bu arada Niobe’nin çocukluk arkadaşı Leto ise Tanrı Zeus ile evlenmiş ve onun da Apollon ile Artemis adlı iki çocuğu olmuş.

Gel zaman git zaman, Niobe, Leto için düzenlenen bir törende kibrine yenik düşmüş ve bir düzine çocuğu olduğu için övünmeye başlamış. İki çocuklu Leto için değil on iki çocuklu Niobe için törenler düzenlenmesini istemiş. Bu tutumu Leto’yu öfkelendirmekle kalmamış, içinde intikam duygular uyanmasına yol açmış.

Leto, oğlu Apollon’a altından yapılmış altı ok, kızı Artemis’e de gümüşten yapılmış altı ok vererek Niobe’nin çocuklarını öldürmeleri için göndermiş. Önce Apollon altın oklarıyla altı oğlanı sonra Artemis gümüş oklarıyla altı kızı öldürmüş. Bunun üstüne çılgına dönen Niobe susakalmış. Hiç kıpırdanmadan, yiyip içmeden sadece gözyaşı dökmeye başlamış. Bu halini gören Zeus, Niobe’yi olduğu yerde taşa çevirerek acısını hem dindirmiş hem de ebedi hale getirmiş.

Bugün Spil Dağı’nın eteklerindeki kayaya bakanlar acı çeken kadın yüzünü andıran bir profil seçiyor. Ancak bu hikayeyi bilerek ağlayan bir kadın görmek için kayaya bakan gözler ise Niobe’yi açık seçik görebiliyor.

Anadolu topraklarında binlerce yıldır çekilen bütün acıların bir kadının dinmeyen gözyaşlarıyla temsil edildiği Ağlayan Kaya abidesi yaşamaya devam ediyor.

Niobe’nin hikayesini anlatan Bedriye hanım eğitimci ve yazar bir aileye mensup. Kardeşi Ali Haydar Aksakal gibi o da şehrin hafızasında önemli bir yere sahip.

Hafıza dediğimiz şey karmaşık ve düzensiz bir alan olduğu için süzülmesi ve tasnif edilmesi metodolojik bir çalışma gerektiriyor. Anadolu’nun pek çok şehri gibi Manisa’nın da tarihsel dönemeçlerdeki anıları oldukça zengin. Bu kentte yaşayan edebiyatçı, araştırmacı, derlemecilerin yayınları hatırı sayılır bir külliyat oluşturuyor. Benim ulaşabildiğim Manisa kitapları bir büyük koliyi dolduruyordu. Bu basit gösterge bile şehrin yakın geçmişine sahip çıktığının işaretiydi. Ancak kayda geçirilen bu anıların, derlemelerin, araştırmaların ince işçiliğe olan ihtiyacı açıkça görülüyordu.

Bedriye Aksakal Şehrin çok kültürlü yapısından söz ederken 8 Eylül Caddesi’nde yıkılan son kiliseyi hatırladığını, çocukluğunda komşuluk ilişkilerinin canlı biçimde sürdüğünü, 1960’lara kadar Yahudi ailelerin Manisa’da hayatın parçası olduğunu anlatıyor.

Manisa’yı derinlemesine bilen ve şehir hakkında düşünce üreten diğer yazar ve araştırmacılar gibi Bedriye hanım da Organize Sanayi Bölgesi’nin açılmasıyla birlikte sosyal dokunun hızla değişmeye başladığını, göçle gelenlerin kendi hemşerilik ilişkilerini sürdürerek içine kapalı mahalleler halinde yaşadığını anlatıyor. Bu yaşam biçiminin Manisa kent kültürünün gelişmesini güçleştirdiğini anlatıyor. Öte yandan şehirde çok yaygın olmasa da canlı bir kültür sanat hayatı olduğunu, Belediye Şehir tiyatrosunun çok izlendiğini, turneye gelen diğer topluluklarla birlikte tiyatroya giderek daha çok ilgi duyulduğunu, mesir şenlikleri sırasındaki sanat etkinliklerinin yakından izlendiğini de aktarıyor. Manisa’nın tanınmış edebiyatçıları arasında Gülten Akın, Yusuf Atılgan, şehrin köklü ailelerinden Yakup Kadri Karaosmanoğu, Şair Eşref bir çırpıda sayılıyor.

Manisa Valilik binası şehrin en seçkin yapılarından biri. Geçen yüzyıldan kalma iki katlı bina gerçekten zarif ve bütün şıklığıyla bir yüzü Valilik Meydanı’na diğer yüzü Emekliler Parkı’na bakıyor. Bu binada çalışanlar arasında bir şair bulunuyor; aynı zamanda İl Planlama ve Koordinasyon Müdürü olan Erşen Akar, Manisa’ya mesleki yükümlülüklerinin ötesinde bir bağlılık geliştirmiş. Yüksek tavanlı odasında konuşuyoruz, pencereden yeşil Manisa’nın güneşli havası giriyor.

Erşen Akar, şehrin göç ve sanayileşmeyle birlikte ruhunu kaybettiğinden yakınıyor, yeni sakinlerinin kümeler halinde yaşamayı tercih ettiğini belirtiyor, tarihi eserlerin yok olmasıyla birlikte geçmişten kopma riski taşıdığının altını çiziyor.

Manisa, İzmir’e yakın olmanın avantajlarını yaşarken bu yakınlığın tam tersine bir etki yaratması da söz konusu. Manisalılar İzmir’e doğru ekonomik ve kültürel bir akış içindeler. İhtiyaçlarının kayda değer bir kısmını oradan karşılıyorlar. Bu durum Manisa’da yeterli birikimin oluşmasını engelliyor. Erşen Akar İzmir ile Manisa’nın ilişkisini,

“Manisalılar için İzmir’e yakın olmak hem bir mazeret hem de bir gerçeklik,” diye yorumluyor.

Manisa’da üretim yapan dünya çapındaki sanayi kuruluşlarının kültür ve sanat faaliyetlerine gereken ilgiyi göstermediğini, destek vermediğini belirtiyor ve şehirde bir yayınevinin bulunmamasını önemli eksiklik olarak işaret ediyor. Üniversite’nin şehir kültürüne gereken katkıyı hâlâ yapamadığını anlatıyor. Erşen Akar,

“Üç Sultanın külliyesi bulunan bir başka şehrimiz yok, ama bu tarihsel zenginlik Manisa’nın bugünkü kültür hayatına yansımıyor,” diyor.

Anadolu şehirlerinde kültür hayatı çok derinden ve sahici dinamiklerle sürer. Mesela şehrin kunduracılar çarşısında dükkan açmış, kartvizitine “kavaf” yazmış Tezcan Karadanışman da Manisa’nın aktif kültür, sanat ve turizm insanlarından biri.

Küçük dükkanın bir kapısı sokağa diğeri kunduracılar çarşısının avlusuna açılıyor. Tanıştığımızda “Manisa Bizimdir” adlı kitabı dumanı üstünde diyecek kadar yeniydi.

Karadanışman on bir yıl boyunca aktif bir şekilde Manisa’yı Mesir’i Tanıtma ve Turizm Derneği Başkanlığı yapmış. Şehrin sosyal hayatında önemli bir yeri olan derneğin başkanlığından ayrıldıktan sonra Haber Gazetesi’nde köşe yazmaya devam etmiş. Kitabı da dernek yayınlarından çıkmış. Yıllardır yazdığı makaleleri bir araya toplayan bu kitap şehrin yakın geçmişinde önemli bir kesit ortaya çıkarıyor. Karadanışman,

“Çok insan tanıdım, çok olay yaşadım, çok şey öğrendim. Ayrıca ekmeğimi kazanma gayretlerim çerçevesinde, Manisa Çarşısı denilen büyük ailenin bir parçası oldum,” diye anlatıyor. Çay eşliğinde sohbete devam ederken dükkana giren çıkanlar oluyor, ayakkabı almak için gelenler kadar Tezcan Bey’le sohbet için uğrayan dostlarının sayısı da hiç az değil. Sohbet sırasında Manisa’nın kimliğinden söz açılıyor, “Şehrin büyük bir tarih yaşadığını,” belirten Tezcan Karadanışman, tarihin her döneminde kozmopolit karakter taşıdığını anlatıyor, Yahudilerin, Rumların ve Türklerin birlikte yaşadıklarını, kendi kültürlerini sürdürdüklerinden söz ediyor.

Anadolu’nun çeşitli kentlerinde yaşayan kanaat önderleri gibi Tezcan Karadanışman da şehrin hafızasının hızla silinmekte olmasından yakınıyor. Özellikle 1960 öncesinde geleneksel kent dokusunun büyük oranda tahrip edildiğinden dem vuruyor.

“Manisa’nın tarihinden söz açılınca öncelikle Şehzadeler Şehri diyerek söze başlanır ama, bu şehzadelerin kimlikleri ile ilgili pek söz söylenmez. Onlarla birlikte yaşamış bir çok ünlü hocanın bu şehzadelere dadılık yaptığı, belli başlı komutanların onları askeri alanda eğittikleri hiç söylenmez. Bu kişilerin yaptırıp bıraktığı eserleri ve bu eserlerin çevresinde oluşan mahalleleri hiç kimse bilmez, doğrusu pek de öğrenmek istemez. Şehir yandıktan sonra tekrar planlanırken bu eserlerin durumu dikkate alınmış ama mahallelerin isimleri o günkü şartlarda ‘saltanat bakiyesidir,’ diyerek değiştirilmiş. Mahallelere hiç ilgisi olmayan isimler konulunca, şehirde bir yabancılaşma durumu ortaya çıkmış, yapmacık, ilgisiz isimler nedeniyle acayip bir durum hasıl olmuş,” diyor.

Söz dönüp dolaşıp şehrin bu günkü kültür hayatına geliyor. Sinema şehrin kültür hayatına erken girmiş, Manisalılar önce seyyar göstericilerle sonra yazlık sinemalarla tanışmış. Karadanışman ilk sinemayı şöyle anlatıyor:

“Osmanlı zamanında Avrupa’daki teknik gelişmeler Manisa’ya da yansıyor, halkın şaşkın bakışları ile karşılaşıyormuş. İlk gramofonu, Sultan Önü’ndeki kahvenin işletmecisi Abdurrahman Efendi getirip kahvesine kurmuş. Plağı koymuş, başlamış gramofondan Hafız Burhan’ın gazeli yükselmeye. Kahvedekiler müziğin makineden çıktığına inanamamışlar, masaların altında, ocaklıkta gazel okuyan adam aramaya başlamışlar.

Eskiden Altı Lambalı olarak anılan şimdiki Cumhuriyet Caddesi, Vali Konağı çevresi, Fatih Parkı yani eski Saray Mahallesi çevresine küçük bir motor marifetiyle elektrik sağlanıyormuş. Bu yenilik bazı gelişmelere de ön ayak olmuş. Bunlardan biri, Çamlık’ta kurulan Manisa’daki ilk sinemaymış. Bir süre devam eden sinematograf, ardı ardına gelen seferberlik, Kurtuluş Savaşı gibi olaylar sonucu epey bir süre unutulmuş, Yangın sonrası yeniden kurulan Manisa’da şehrin belirli yerlerine elektrik yeniden gelmiş, Sinematograf bu defa Yarhasanlar Mahallesi’ndeki Kazılcı Kahvesi’nde gösterime başlamış.”

Manisa’da sinemaların canlı bir geçmişi olduğunu işitmiştim ancak Tezcan Karadanışman’ın dilinden renkli hikayelerle birlikte sinemacıların isimleri de dökülmeye başlayınca durum gerçeklik kazandı. Demircili Hacı Bey, İhsan Bey, Şen Sineması, Köse Halit Bey, Zevk Sineması, Şehir Sineması, Beyazsaray Sineması, Köşk Sineması, Çınar Sineması, Çiçek Sineması… adları bile filmlere yakışır hayal alemlerinin kapısını açan sinemalar ve sinema insanları bunlar belli ki…

Tezcan Bey’in kunduracı dükkanında eski sinemalardan söz ediyoruz. Şimdilerde sinemalara pek rağbet edilmediğinden, AVM’lerde açılanların bağımsız salonların yerini tutmadığından konuşuyoruz, bu arada çaylar gidip geliyor, bir ara nereden çıktıysa iki avuç üzüm çıkıyor ortaya. Mevsimi değil ama eğer olsaydı en hasından taze Manisa üzümü yiyecektik besbelli. Sehpada kehribar rengi parlayan kuru üzüm tanelerini demli çay eşliğinde atıştırırken bu kez ben Tezcan beye bir üzüm hikayesi anlatmaya yeltendim. Tereciye tere satma babından olacaktı ama “Üzüm ile Saba Melikesi” hikayesi Manisa’da belli ki gayet iyi biliniyordu.

Gediz Ovası’nda üzümün ilk yetişmesini efsanelerin derinliklerinde buluyoruz. Hikaye Saba Melikesi Belkıs’a kadar uzanıyor.

Tarihlerin birinde Saba Melikesi’nin yolu Ege kıyılarına düşmüş ve İzmir’in Kadifekalesi’nde şanına uygun bir yer bularak dillere destan bir kâşane yaptırmış. Gel zaman git zaman körfezin seyrinden sıkılan Saba Melikesi şöyle bir açılmaya, dağların arkasında ne var ne yok diye bakmaya karar vermiş. Hemen o gün giyinip kuşanmış, en gösterişli takılarıyla birlikte nadide inci gerdanlığını da takmış.

İzmir’in mavi Körfezi’nden kalkıp Manisa Ovası’nın yeşiller denizine gelen Melike, huzur içinde gezinir, toprağın bereketinden gözleri kamaşırken birden gerdanlığı çalılardan birine takılmış ve güzelim inciler Ova’ya saçılmış. Namı büyük Saba Melikesi telaşa kapılmış, saçılan incileri toparlamaya çalışmış ancak başa çıkamamış. Bunun üzerine öfkelenen Melike toprağa bakarak haykırmış,

“Hemen incilerimi geri ver!”

Toprağın Melike’ye cevabı muhteşem olmuş:

Ovada yeşeren asma kütükleri inci taneleri gibi üzümler vermeye başlamış.

Saba Melikesi bu işe ne dedi bilinmez ama biz burada kuru Manisa üzümleriyle mutluyuz doğrusu.

Tezcan Karadanışman şehrin yakın tarihi konusundaki engin bilgisiyle bugün de ekonomide önemli yeri olan Manisa bağcılığını şöyle anlatıyor:

“Bağcılık Osmanlı döneminde Rumlar tarafından başlatılmış, daha sonra Müslüman Türk halkı arasında rağbet görmüş. Cami imamından müderrisine, esnafından memuruna kadar her kesimden halk bağcılık yapmaya başlamış. Bu sayede bir yan gelir kapısı açılmış ve aynı zamanda yazları çok sıcak olan Manisa’da sayfiye ihtiyacı karşılanmış.

Cami imamları sabah namazı ile öğlen namazı arasında yakındaki birkaç dönümü geçmeyen bağına merkep sırtında gider, o süre içinde bağını işler ve yine görevine dönermiş. Keza esnaf kesat olan aylarda yanında çalıştırdığı çırak ve kalfaların yardımıyla imece ile çalışarak bağını işlermiş. Hasat zamanında aileler ‘bağ damı’ denilen evlere göçerler ve hem serinleyerek sayfiye ihtiyaçlarını karşılar hem de üzümlerini hasat ederek yan gelirlerini sağlarmış.” Bağ geleneği şehrin köklü ailelerinde hâlâ devam ediyor ancak üzüm üretimi günümüz koşullarına uygun halde yapılıyor.

Manisa uzun yıllar tarım şehri olarak anılmış, sanayileşmeyle arasına mesafe koymuş. Büyük toprak sahiplerinin etkisiyle hükümetlerin ekonomik politikası tarımdan yana olmuş. Sanayileşmeden 1960’ların ortasına kadar hiç söz edilmemiş.

“Mesela,” diyor Tezcan Karadanışman,

“Pamuklu Mensucat Fabrikası’nın uzun süren mücadelelerden sonra şehre gelmesi bunun bir örneğidir.

Daha sonra Organize Sanayi Bölgesi kurulunca sanayi yatırımları hız kazanmış. Buna rağmen Gediz Havzası denilen Menemen ile Alaşehir arasındaki çok mümbit ova, özellikle çekirdeksiz üzüm üretiminde öncelikli yer tutuyor.”

Naci Yengin de “Dünden kopmak istemeyen, dünde kalmak istemeyen ama özelliklerini yok etme tehlikesi yaşayan bir şehir.” diye anlatıyor Manisa’yı. Naci Hoca ile Öğretmenevi’nin lokalinde konuşuyoruz. Anadolu’da bir süreden beri öğretmenevleri şehir entelektüellerinin buluşma yeri haline geldi. Genellikle merkezde bulunan Öğretmenevleri, misafirhaneleri ve lokalleriyle şehirlerin sosyal hayatında önemli bir yer tutuyor.

Naci Hoca bugünkü Manisa’yı anlatırken “85’ten itibaren başlayan şehirleşmeye rağmen merkezin hâlâ tarımcı olduğunu ancak şehirde yaşayanların köylerdeki tarlalarını ekmeden bıraktığını anlatıyor. Manisalıların şehre yatırım yapmadığından yakınırken “İzmir faktörü” nün altını çiziyor. 47’den itibaren geleneksel dokunun Avrupa’dan gelen mimari eğilimler doğrultusunda büyük oranda tahrip edildiğini, Evliya Çelebi döneminden beri gelen şehir mimarisinin, tek katlı evlerin, iki katlı konakların yıkıldığını anlatıyor. Naci Yengin’in Üniversitelerde ve liselerde gençlere Evliya Çelebi konferansları verdiğini bildiğim için yorumlarını önemsiyorum. Naci hoca o dönemde birlikte yaşama kültürünün belirgin olduğundan söz ederek,

“Sosyal hayatta insanların birbirine yan gözle bakmadıkları bir ortam vardı,” diyor ve

“O zamanları bu güne getirmek mümkün değil,” diye faslı kapatıyor.

Evliya Çelebi’nin Manisa hakkında yazdıklarını “Tarihin İçinde Manisa” kitabında değerlendiren Feridun Emecen ise Seyahatnamenin şehir tarihiyle uğraşanlar için önemli bir kaynak olduğunu belirtirken,

“Onun verdiği bilgileri daha başka mevsuk kaynaklarla mukayese etmek ve hatta dikkatle kullanmak zarureti vardır,” diyor. Emecen Evliya Çelebi’nin Manisa’dan sitayişle bahsetmesini aynı zamanda kişisel yakınlığıyla da açıklayarak,

“Ailesinin menşe itibariyle Kütahyalı olduğunu bildiğimiz Evliya Çelebi atalarından birinin Saruhanoğulları beylerinden Demircioğlu Kara Mustafa’nın kardeşi olduğunu belirtip mezarının Manisa Çaybaşı kabristanında bulunduğunu yazar ki bundan da Manisa ve civarını niçin kendi memleketi gibi gördüğünü ve neden buraya hususi bir alaka gösterdi kolayca anlaşılır,” diyor.

 Özcan Yurdalan

Gazella Turizm Turları

 

Close