Close
Korkunç koleksiyoncu

Korkunç koleksiyoncu

Fotoğraf makinesiyle yapılan işlerin toplumsal hayatta kapladığı yeri şöyle bir düşünecek olursak nasıl katmerli, bir o kadar revnaklı ama alabildiğine alengirli bir alanla karşılaşırız… diye başlayarak iki laf edecektim ancak…

Fotoğraf denilen cilveli aynanın günümüzdeki koordinatlarına işaret etmek için kurmaya çalıştığım bu cümle baştan arızalı çıktı.

Öncelikle fotoğraf üreten aracı “fotoğraf makinesi” diye tanımlayarak çuvalladım… Eskiden casus filmlerinde hem kravat iğnesi hem fotoğraf makinesi olan aparatlar vardı. Şimdi ise “ses iletme” işi ile “görüntü kaydetme” işini iç içe sokup elimize veren cihazlar var. Dünya işte… ve de insan. “80 Günde Devri Alem”i de “Aya Seyahat”i e hayal ettiği gibi, “ses yolladığım aletle görüntü de yapar, ses gibi onu da istediğim yere gönderirim diye hayal edip gerçekleştiriyor. Lakin…

… Böyle giderse bu yazının şirazesi kayacak gibi geldi bana. En iyisi başa dönelim:

Fotoğraf makinesi biricikliğini yitirdi yitirecek halde artık. Bugün, “fotoğraf” deyince, “çok işlevli cihazların fonksiyonlarından biriyle yapılan görüntü kaydetme işi”ni anlamalı ve böyle ifade etmeliyim. Eğer bir görüntünün özel olarak kamerayla üretilmiş olmasından söz etmiyorsam, aletin adına “fotografik görüntü üretebilen cihaz” demeliyim.

Gerçi hal böyle olunca mevzunun başka boyutları da çıkıyor ortaya. Fotoğrafa dair edilecek her laf, fotoğraf makinesinin artık farklı adla tanımlanır olmasıyla sınırlı değil. Mesele bir ad değişikliğiyle kalsa, kavram güncellemesiyle hallolsa can feda…

Fotoğrafın dijital çağla birlikte girdiği yeni yolda, sadece yeni teknik terimleri öğrenmekle varacağımız bir yer yok. Fotografik görüntünün bu zamana özgü yeni kavramsallaştırmalarıyla uğraşmamız, güncel anlam çözümlemesi pratiklerine ulaşmamız gerekiyor. Konvansiyonel fotoğrafçılık devrinin görüntüyü temsiller üstünden okuyan, anlam çözümlemelerini hamasi retorikten ayırarak metodolojik bir fotoğraf eleştirisi inşa eden devrini ıskaladık. Biz o aralar teknik meselelerle, fotoğrafın yüzey bilgisiyle, grafik tasarımı, kompozisyon kullarıyla meşgulken iki tur bindi üstümüze.

Dünyanın bir ucunda cep telefonuyla üretildiği anda avucumun içindeki ekranda beliriveren bir fotoğrafı okuyan aklım, filme kaydedilmiş görüntüyü kağıt üstünde elime aldıktan sonra ancak okuyabilen aklımdan farklı işliyor. “Kral öldü yaşasın kral” der gibi “fotoğraf öldü yaşasın fotoğraf” diyesi geliyor insanın. Ama bu lafın altını doldurabilmek için hep birlikte yaratılmış zengin bir fotoğraf ortamına ihtiyaç var korkarım. Korkarım, çünkü o bizde yok.

Fotografik görüntünün toplumsal hayatta kapladığı yeri, giderek artan ağırlığı ve önemi üstünden yeniden anlamlandırma mahiyetinde bir değerlendirmeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu bir teklif olarak da kabul edilebilir, bir anlama ihtiyacının itirafı diye de…

Gerçi bu teklifi yapmadan önce şunu söylemek gerekir: Fotoğraf alanı, sadece fotoğrafçılardan mürekkep olmamalı. Yazanı, düşüneni, bakanı, eleştireni, alanı, satanı, saklayanı da aynı ortamda bulunmalı. Bu dünya sadece fotoğrafçılardan ibaret kalmamalı. Kalıyor ama. Kalınca da bizdeki gibi oluyor.

Bugün sahip olduğumuz ortamda deklanşöre basmak dışında fotoğrafa dair hayati işlevlerin hemen hepsi yine fotoğrafçılar tarafından yapılmaya çalışılıyor. Durum böyle olunca fotoğrafçılığımız gitmiyor, yerinde sayıyor; ne kendine yetiyor ne de küresel ortamlarda esamisi okunuyor. Arada bir sevindiğimiz başarılar yapısal gelişimin değil kişisel çabanın ürünü olarak tekil kalıyor.

Hal böyleyken akademya ne kadar önemliyse bağımsız yayıncılar, özgür eleştirmenler, nesnel tarihçiler de bir o kadar önemli. Fotoğraf araştıran, düşünen, yazan, çeviren, yayınlayan, eleştiren, tartışan bir kesim olmalı bu ortamda. Nasıl yetişirler, neyle beslenirler, hayatta kalmaları için ne gerekir bir bakmak lazım. Şimdiye kadar ne bir yayınevi barındırdık aramızda, ne de gelenek yaratmış bir derginin keyfini hep birlikte sürebildik. Birçok şey zaten bilindik olsa bile yeniden keşfedilmeye çalışıldı daima. Birikmedi, biriktirmedik. Marakeş’te yıllardır kentin görsel belleğini toplayan, tasnif eden, sergileyen, yayınlayan bir fotoğraf müzesi var. Bu mekan iki kişinin marifetiyle varlığını geliştirerek sürdürürken, İstanbul şehrinin işlevsel, bağımsız, organik bir görsel biriktirme merkezine sahip olmamasını nasıl açıklarız?..

Suretle aramızda tarihsel bir problem olduğu, kültürel genlerimizde fotoğrafa dair korku, kaygı, öfke tortuları bulunduğu ileri sürülebilir ki bence de öyledir. Ancak Marakeş kadar fotoğraftan, fotoğraf çektirmekten haz etmeyen, kameraya tepki gösteren insanların yaşadığı kaç şehir daha vardır dünyada bilmem. Müze olmasa bile klasik müze tanımının içini rahatça doldurabilen Marakeş’teki fotoğraf merkezi elbette Tokyo Metropolitan Fotoğraf Müzesi ya da Münih Fotoğraf Müzesiyle aşık atacak halde değildi ama o kadarı bile gözlerini kamaştırıyor benim gibilerin.

Her şey bir birikim meselesi nereden baksan. Bu ülkenin burjuvaları bile hayatın inceliklerini daha yeni keşfediyorlar, iyi kötü biriktirdikleri nesneleri, sanat eserlerini kendi adlarını taşıyan müzelerde sergilemeye başladılar. Bunların dışında Fotoğraf Müzesi adıyla kamu destekli kurulan biri Balıkesir’de diğeri İstanbul’da iki girişime tanık olduk. İlk girişimlerdi, ancak içlerini dolduracak farklı kaynaklarla beslenmiş zengin bir birikimler toplamı yoktu arkalarında.

Çok da uzun olmayan bir vadede, görsel hafızayı toplamakla ve tasnif etmekle uğraşan organlara sahip yaşayan müzelerimiz olacak diye umudu yaşatıyoruz. O vakte kadar elde avuçta birikmiş ne var diye bakınca, memlekette kayda değer koleksiyonların ve koleksiyoncuların bulunmadığını görüyoruz.

Sanat koleksiyonculuğunun bir yatırım enstrümanı olarak piyasa değerleri arasına girmesiyle birlikte resim pazarının yeni bir aşamaya geçtiği tartışılıyor. Bu tartışma içinde gerek koleksiyon nesnesi olarak, gerek piyasa değeri açısından fotoğrafı ilgilendiren bir durum yok açıkçası. Gerçi “sanat koleksiyonculuğu” ile “fotoğraf koleksiyonculuğu”nu birbirinden ayırmak gerekiyor. Fotografik görüntünün taşıdığı bilginin ve temsiliyetin güvenilirliği açısından bir değer taşıdığı açık olmakla birlikte bir nesne olarak pazar değeri taşıyıp taşımadığı tartışılır.

Eserinin nesnesi olarak fotoğraf kullanan sanatçılar gibi, fotoğraf sanatçıları da gelişen sanat piyasasında dolaşıma girdiler; giderek dünya sanat pazarlarında görünme şansı buluyorlar. Bunun bir adım ötesi, fotoğraf koleksiyonerlerinin oluşmasıdır belki ama…

Fotoğraf biriktirmek, hakiki bir koleksiyonerlik tutkusuyla pazar kaygılarından uzak adanmışlık gerektiren bir iş. Bu durumda kişilerden çok kurumların koleksiyon oluşturmasından söz edeceğim ancak bunun ön koşulu, fotoğraf biriktirmeden önce bir kurumsal kültür biriktirmiş olmayı gerektiriyor. Benim kuşağımdan fotoğrafçılar hayatlarının bir döneminde mutlaka satışa çıkarılmış cam negatif arşivlerinden söz edildiğini duymuşlardır. Alıcı arayan binlerce fotoğraf o dönemde ya telef olup gitmiştir ya da satın alınarak.

Benim tanık olduğum örnekte olağanüstü bir İstanbul fotoğrafları arşivi Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından satın alındı ve o arşivden yapılan seçkiyle sokak satıcılarını gösteren güzel bir kitap yayınlandı. Bir kopyası da bende var.

Sözü bağlayacak olursak eğer fotoğraf, bu yazının başında sözünü ettiğim “yeni fotografik algı kriterleri” içinde hala koleksiyon nesnesi olarak bir kıymet taşırsa, bir pazar değerine sahip olursa koleksiyoncular da çıkar, koleksiyonlar da yapılır elbet. Ama…

Aması var: Yeryüzündeki görüntülerin sadece resimlerden ibaret olduğu devirden kalma koleksiyonculuk anlayışıyla baktığımız zaman fotoğraf koleksiyonculuğu kendi içinde hayati sorunlar taşıyor. Bugün cep telefonlarıyla, yarın gözlükler ve belki de bizzat gözün kendisi tarafından üretilerek kaydedilecek görüntülerle, yeni bir suretler aleminde yaşamaya başlayacağız. Fotografik görüntüler, adına yakışacak biçimde “ışık hızıyla” üretilir, dağıtılır ve de tüketilirken, nasıl bir algıyla fotoğraf koleksiyonculuğu yapılacak, hangi kriterlere sahip fotoğraflar saklanacak ve nasıl bir ekonomik değer yaratılacak? Bu soruların cevabını vermek lazım, çok uzun süre sonra değil, yakında gerekecek bu cevaplar bize.

Fotoğrafın asıl değeri, temsil ettiği gerçekliğin ve sahip olduğu bilginin güvenilirliği ölçütleriyle tanımlanabilir. Bunu zaten bilen küresel sermaye 1970’lerden beri bir dönemin yıldızları olan bağımsız ajansların arşivlerini toptan satın alarak olağanüstü koleksiyonlara sahip oldu. Bu tarihi olay, insanlığın yakın dönem görsel belleğini elinde tutan iki devasa imaj tekelini tanıttı bize. Getty ve Corbis’i; toplumsal belleği tekeline almış devasa organizmalara sahip iki “korkunç koleksiyoncu”yu.*

* John Fowles’in romanından 1965 yılında filme uyarlanan “Korkunç Koleksiyoncu” bir gerilim hatta korku filmidir. Kelebek koleksiyonculuğundan sonra koleksiyon malzemesi olarak insan bedenini kullanan bir karakter hikaye edilir.

Özcan Yurdalan

Close