Bu şehre çok değil üç, dört yüz yıl önce gelmiş olsaydım eğer, develerin çan sesleri arasında, kervan kılavuzlarının vakur ve yorgun adımlarını izleyerek Beybağı üstünden Hıdırlığa doğru inecektim. Kervandaki Frenkler bir türlü ırmağın ismini doğru söyleyemeyecek, İris ile antik adı Halys olan Kızılırmağı karıştıracak, yukarı çığrına Tozanlı diyecek, velhasıl Hıdırlık gürültüye gidecekti.
Acem, Arap, Osmanlı bezirgânlar Avrupalı tüccarlar dünyanın öteki ucundan gelen ipek yolu boyunca birkaç kez el değiştiren mallarıyla birlikte bir menzile daha kazasız belasız varmış olmanın verdiği güvenle derin bir soluk alacaklardı. Bu rahatlamanın, uşaklarıyla birlikte muhafızlarına da sirayet edeceğinden endişe ederek kimseye bir şey hissettirmemeye çalışacak, fakat yol boyu yüzlerinden eksik olmayan ürkek ifadenin yerini alan alışveriş heyecanıyla felfecir okumaya başlamış, kazanç hazzıyla keskinleşmiş bakışlarını kimseden gizleyemeyeceklerdi.
Tokat’ın taş döşeme kaldırımlı sokaklarını şehre ilk gelenler yadırgayacak, diğerleri alışkın adımlarla yürüyeceklerdi. Her yolcuya musallat olmayı âdet edinmiş sokak itleri, kervanı en arkadan takip eden yavru deveye saracak, bir iki ürüdükten sonra birdenbire vazgeçip çöktükleri yerde iştahla kaşınmaya başlayacaklardı.
Herkes yorgundu, sokak köpekleri kadar yorgundu, develer ise hem yorgun hem de açtı. Bir an önce uygun bir han bulmak, Paşa Hamamı ya da Sultan Hamamı’nda Sivas’tan beri yürek çarpıntılarıyla kan ter içinde geçirdikleri yolun yorgunluğunu bir nebze olsun atmak istiyordu insanların canı.
Ama her şeyden önce mallar dikkatle çözülmeli, emniyet altına alınmalı, hayvanlar doyurulduktan sonra sıra diğerlerine gelmeliydi. Diğerleri dediğim kervandaki deveciler ile uşaklardı, canı tez elden hamam çeken eşref-i mahlukat ise bezirganlar, beyzadeler ile tüccarlar.
Kırk beş develik büyük kervan olanca ihtişamıyla hanın yüksek kemerli kapısından girerken ortalığı bir telaş saracaktı. Geniş avlu bir anda patırtıya gömülecek, hayvanlar çöksün diye “kıh” çeken devecilerin sesini deve püskürmeleri bastıracak, ağır balyaların altına girmiş hamallardan birinin “pıh”, ötekinin “pöh” diyerek sendelemesi üzerine vekilharç öfkelenecek, hepsine birden gözdağı vermek için “höt bre…” nağraları patlayacaktı. Uzak diyarların lisanlarıyla havada uçuşan keskin komutlardan sakınmak gerekecekti.
Arada bir gürültüyü yırtan bıçkın nağraları herkesi bir nefeslik susturacak, sonra hepsinin arasından malını överek hayvanlar için taze yonca, kuru saman satmaya çalışan yemci esnafın bağırtısı yükselecekti. O arada nereden çıktıkları belli olmayan abdal taifesi, zilli defleri ve çöğürleriyle avluda tur atarken oynak havaların birini bırakıp ötekine geçeceklerdi.
Bütün gün ve neredeyse bütün gece hanın velvele makamından bu uğultusu hiç eksilmeyecekti. O nedenle işini bitiren her yolcu, bir köşeye kıvrılıp kestirmek için fırsat kollayacaktı.
Kervandaki dervişler çoktan meşreplerine uygun birer dergâh peyledikleri için kapılanmaları çok zaman almayacaktı. Frenk tüccarlar ise şehrin Hıristiyan eşrafına konuk olmadılarsa eğer bulabildikleri en iyi şarap eşliğinde ziyafete hazırlanacaklardı.
Ertesi gün kurulacak hararetli piyasada zorlu pazarlık seanslarına dayanabilmek için herkesin zinde olması gerekiyordu.
Uşaklar koca bir kazan bulgur kaynatacak, şehrin adıyla nam salmış kebap kokuları ince bir tül gibi han avlusunu örtecekti.
Kervanla gelmiş benim gibi işsiz güçsüz aylak yolcu ise şehre bir an önce duhul edebilmenin heyecanını bastırmaya çalışırken, evvela güneşli bir köşe bulacak, bitlerini ayıklayıp sirkelerini kırdıktan sonra yoldaki kaplıcanın kapısındaki şifacı kadınlardan aldığı katran zamkıyla ezilmiş kükürtlü sabunu bol bol kullanarak iyi bir paklanacaktı. Sonra ağır adımlarla dere boyuna, oradan Gülbahar Hatun İmareti’ne doğru yürüyecekti. Zamanı vardı. Nasıl olsa bir sonraki kervanı bekleyecek, kim bilir ne zaman ve nereye gidecek kervana katılmadan önce Tokat’taki dostlarını arkadaşlarını görmek için yeterince zaman bulacaktı.
Tanıdıklarından biri Hasan efendiydi ki Gülbahar Hatun mevkiinde bir dükkan işletirdi; şehirde yetişen yedi tür buğday, iri arpa ve bakla, mercimek ve bezelyeyle birlikte köylerde yaptırdığı cevizli sucukları, pestilleri, anasonlu peksimetleri bu zahire dükkanında kervan yolcularına satardı.
Hasan Efendi’nin herkes tarafından bilinen kitap ve her türlü yazılı kağıt toplama merakı bir yana, ne işe yaradığı belli olmayan tuhaf eşyaları biriktirme hastalığı vardı.
Bütün Tokat ahalisi, Hasan Efendi’nin en derinlerde kalmış bilgilere giden yolları bildiğinden emin oldukları için, şehre gelen her seyyah, her âlim, her kıssahan, masalcı ve kaşif de Gülbahar’daki bu zahire dükkanına mutlaka uğrar, iki kelam etmeden şehirden ayrılmazdı. Tabii ki Hasan Efendi bir seferde değilse, dükkanı açıksa, en dipteki hücresinde kağıtlar, zarflar, hokkalar, rıhlar ve perdahlar arasında kaybolmuşken kendisini bulabilirlerse…
Hasan Efendi sık sık giderdi. Sadece köyleri, bağları, ılıcaları dolaşmak maksadıyla değil, dünyanın öte taraflarındaki hayatları, başka insanların nasıl yaşadıklarını merak ettiği için, dervişlerle, âlimlerle, evliyalar ve çelebilerle karşılaşmak için de giderdi. Gittiği yerlerde çok sevdiği Tokat’tan izler buldukça çocuk gibi sevinirdi.
Hasan Efendi’nin bu yolculuklarda bir yoldaşı daha olurdu ki o da kendisi gibi bir yol divanesiydi. Üstelik işi yolculuklara uygundu, arabacıydı. Lakin o devirde henüz at ya da öküz koşulu arabalar dünyanın bir ucundan ötekine yük taşıyabilecek donanıma ve sağlamlığa ulaşamadığı için, at sırtında, olmazsa deveyle yola çıkarlardı. Zaten arabalar için uygun yollar da çok eskilerde, Roma zamanında kalmıştı.
Arabacı Murat Efendi’nin Yeşilırmak kıyısındaki tezgahında yapıp çattığı arabalar daha o zamanlarda bile sadece şehirde değil, dağda bayırda da kullanılıyordu; sağlamlığıyla nam salmış kuvvetli vasıtalardı. Gel gör ki yoldaşı Hasan gibi onun da bir kusuru vardı; o da acayip bir merak sahibiydi.
Murat Efendi’nin pek akıl erdirilemeyen merakı, gittiği yerlerin tuhaf tasvirlerini çıkararak geri gelmesiydi. Nasıl yapıyor, nasıl alıyordu o suretleri bilinmez ama her gelişinde elinde ya bir camiin ya bir derenin yahut bir insanın parlak metal üstüne nakşolmuş, oynatıp sarstıkça seçilebilen sureti olurdu.
Velhasıl bu iki kafadar Tokat’ın sokaklarında dolaşarak gönül eğlemedikleri zamanlarda, az önce şehre giren kervandaki aylak ile birlikte üç kişi olup yollara düşerlerdi. Bu nedenle zaten iki ay önce gelen kervanlardan yoldaşlarının yolda olduğu haberini almışlardı…
TAŞ HAN
Hasan’la Taş Han’ın avlusunda buluştuk. Zaman zaman haberleştiğimiz halde çoktandır görüşemiyorduk. Avludaki çay bahçesinde ağaç gölgeleri dolu olduğu için üstünde renkli gazoz markaları yazan bir şemsiyenin altına oturmuştuk.
Bu han 1631 yılına tarihleniyor. İki katlı güzel bir yapı. Avlusu bir uçtan diğerine yarım futbol sahasına yakın büyüklükte. Evliya Çelebi Tokat’a geldiğinde henüz on yedi yıllık yepyeni bir hanmış burası. O zamanlar da şehrin en büyük konaklama yeriymiş ki Seyahatname’de “Tüccar Hanları” faslı onunla açılmış,
“Evvelâ Düğmeciler Çarşısı’nda Taş Han. Tamamı kârgir kubbeler ile yapılmış kale gibi eski bir handır. Her gece davul çalınır,” demiş.
Bugün de şehrin merkezinde olan Taşhan’ın o zamanlar düğmeciler çarşısı içinde olduğuna bakılırsa düğmeci esnafının şehirde önemli bir yeri olduğu düşünülebilir. Evliya Çelebi’nin ayrıca çarşıları anlatırken
“Saraçhanesi, gazzazhanesi, haffafhanesi ve attar çarşısı gayet pâk ve süslüdür,” derken saydığı “gazzazhane,” muhtemelen kazazlar çarşısıdır. Evliya Çelebi’den yarım yüz yıl sonra gelen Tournefort’ta şehirde kayda değer bir ipek işleme altyapısının bulunduğunu belirterek düğmeciliği bunların arasında saydığına göre muhtemelen kazazlıktan söz etmektedir.
İpek sicim ve altın sırmayla yapılan ve bugünlerde Trabzon’da yeniden canlandırılmaya çalışılan, Urfa çarşısında ise bir sokağın adı olarak kalan “Kazazlık”, bir zamanlar Anadolu çarşılarının gözbebeği sanatlardan biriymiş. Dövme bakırcılık gibi, ahşap tornacılık, demircilik, semercilik gibi nispeten güce dayalı zanaatlar iyi kötü bu güne gelirken, bütün güzelliği bir düğmeye sığacak ölçüdeki ayrıntılara gizlenmiş kazazlık gibi sanatlar günümüze ulaşamamış.
Zaten Taşhan’ın çevresinde eskinin düğmeciler çarşından eser kalmamış. Fakat yüze yakın odası bulunan Han hâlâ canlı bir pazarın içinde yer alıyor. Hatta kendisi hallice bir turistik çarşı olarak kullanılıyor.
Hanın alt katındaki kırk üç oda küçük dükkanlara çevrilmiş. Her birinde mahir sanatkârlar günün merakına uygun süs eşyaları yapıyorlar. Han’ın ikinci katındaki odalar da dükkân ve atölye olmuş. Kitapçıdan heykeltraşa, ressamdan fotoğraf galerisine, çömlekçilikten yazmacılığa kadar pek çok amaca hizmet eden odalarda hummalı bir faaliyet sürüyor.
Belli ki Tokat’ta geçireceğim günler içinde bir adı da Voyvoda Hanı olan bu Taş Han’a çokça zaman ayırmam gerekecek. Üstelik avluya boydan boya yayılmış kafede demlenen çay kadar közde usul usul pişen sade kahve de mükemmel. İşimiz aylak gezmek olduğuna göre, Taş Han’ın serin avlusunda aylak oturmak da Tokat’ta yapacağım en mühim işler arasında.
BAKIRCI
Nitekim Han’ın avlusunda her tarafı rahatça görebileceğim bir masaya yerleşmiş, şehir planını, toparladığım kitapları, not defterini sermiş, giren çıkanı seyrederken, karşı köşedeki bir dükkanın önünde oturan yaşını almış, hatta hayli dem tutmuş biri dikkatimi çekti. Giden gelenle sohbeti eksik etmediği gibi yandaki raflara dizilmiş bakır tabak çanağın birini alta alıp diğerini üste koyarak ara vermeden mostralıkları düzenliyordu. Sanki boş kalmamak için çalışıyor, durmaksızın bir şey yapmazsa rahat edemiyordu. Mustafa Yıldız, bir zamanların efsane bakırlarını işleyen Tokatlı ustaların son kalanlarından biriydi. Gerçi Evliya Çelebi namlı Tokat bakırlarının formundan, yapısından çok üstlerindeki işlerden dem vurarak,
“..ve kazancı işinden sahan ve tencereleri Kastamonu, Belgrad ve Bosna’da işlemek ihtimali yoktur, zira bütün kap kacağı kalemkâr işi savatlıdır,” diyerek asıl üstlerindeki savat işlemeyi övüyordu.
Yetmiş senedir bu mesleğin içinde olan Mustafa Yıldız da sanatı ikiye ayırıyordu. Birine “bakırcılar” diyor, diğerlerine “nakkaşlar” diyerek bu taifeden memlekette kalmadığını söylüyordu.
Bakırcılıkta en zor kalemin minare alemi ve ayaklı mangal yapmak olduğunu söyleyerek gençliğinde Sulu Sokak’ta elli dükkân bulunduğunu ve her birinde sekiz on kalfa çırak çalıştığını anlatıyordu.
Endüstriyel üretimle birlikte ortaya çıkan alüminyum kap kacaklar yaygınlaşınca her bölgede olduğu gibi Tokat’ta da dövme bakır işi bitmişti. Şimdi hediyelik eşya üretiyorlar, ancak onda da Maraş ve asıl Antep bakırlarıyla yarışmakta güçlük çekiyorlardı.
TOKAT YAZMASI
Han’ın kemerli cümle kapısından girer girmez sağdaki ve soldaki dik merdivenler üst kata çıkıyor. Üst kat çepeçevre sundurmayla çevrilmiş. Odalar bu sütunlu koridora açılıyor.
Avluda kahvemi yudumlarken fark ettiğim üst kattaki kaynaşmanın baskı atölyesinden başladığı anlaşılıyordu. Yüksek taş basamakları bir solukta tırmandım.
Tokat’ta şehrin adıyla anılan bu sanatı sürdürmeye çalışan atölyede baskı kursu açılmış. Geleneğin son ustalarından Naci Öncüer ile geleneksel işleri günümüz ihtiyaçlarına ve değişen beğeniye uygun hale getirmek için denemeler yapan Yasemin Ertaştan birlikte çalışıyorlar.
İki ustanın etrafına toplanmış hüner öğrenen bir grup genç kadının heyecan dolu çalışması bütün koridora yayılıyor. İki masanın etrafına oturmuş, ellerindeki ucu kıvrık bıçaklarla ıhlamur ağacından irili ufaklı takozlara desen oyuyorlar.
Evliya Çelebi Seyahatname’de bu sanattan söz ediyordu ancak daha çok Tokat bezi üstünde duruyordu.
“Evvela beyaz pembe bezi ve cam tasları Lahor diyarında yapılmaz. Sanki altın gibi parlaktır. Ve kalemkârî basma yorgan yüzleri, nakışlı perdeleri….” demekle yetiniyordu.
Tokat’ın geleneksel sanatlardan ve köklü geleneklerden yola çıkarak kendini yeniden tanımlama sürecinde Tokat basmasına önemli bir yer ayrılıyor. Yakın zaman öncesine kadar koskoca bir binada çalışan yüz kadar işyeri, Basmacılar Hanı diye bilinen Gazioğlu Hanı’ndaki yazma atölyeleri de bakırcıların akıbetine uğramış. Serigraf baskının yaygınlaşmasıyla birlikte ciddi bir darbe yiyen sanat, ardından gelen endüstriyel üretimle rekabete dayanamayarak pazar değerini kaybetmiş.
Ahşap kalıplarla her bir rengi ve deseni teker teker bez üstüne basarak yapılan ve ülkenin her tarafında kadınların beğenerek kullandığı başörtülerin yerini çok daha canlı renk ve desenlerle bezenmiş, geniş bir model yelpazesine sahip endüstriyel başörtüler almış. Talepte bir azalma olmadığı halde değişen zevk ve yargılara cevap veremeyen yazmacılık Tokat’ta yeninde bir varoluş yaratmaya çalışıyor.
Tokat basmalarının gözden düşmesinden sonra en az bu yazmalar kadar emek ürünü olan, teker teker oyulmuş yüzlerce ıhlamur kalıp artık işe yaramadığı için sobalarda yakılmış. Şimdi eski motifleri yeniden yaratmaya çalışırken Baskı ustası Naci Öncüer çalışmalara rehberlik ediyor.
Naci usta mesleğe ilkokulu bitirdikten sonra 1946 yılında başlamıştı.
“Şimdi onarımda olan Basmacılar Hanı o zamanlar atölyelerle doluydu,” diye anlatıyor. Sadece o handa bulunan 20 kadar atölyede onar on beşer kişi çalışıyor, sipariş yetiştirmek için kafalarını kaşıyacak zaman bulamıyorlarmış. 1973- 74 yılında açtığı atölye çok büyük olmasına rağmen, siparişleri ancak yetiştirebildiğini anlatan Naci usta, 1980’lere doğru serigraf işine geçtiklerini, ancak 1985’ten sonra bu üretimin de tamamen bittiğini, fabrikalarla rekabet edemediklerini söylüyor.
Uzun süre ihmal edilen ve birkaç atölyede folklorik olarak üretilen Tokat yazmaları son yıllarda yeniden canlanmaya başlamış. Şimdi tasarımcı Yasemin Ertaştan ile birlikte Naci Öncüer sanata yeni bir soluk vermeye çalışıyorlar. El sanatlarını geliştirmek amacıyla başlatılan proje kapsamında Tokatlı gençlere el veriyorlar.
Baskı üretimini yaygınlaştırmak için projeyi bir fırsat olarak değerlendiren Yasemin Ertaştan, geleneksel desenlerin ve modellerin çağdaş formlar içinde yeniden yorumlanmasıyla basmaların yeni bir hayata kavuşacağına inanıyor.
“Kalıp desen tamam ama mesele tasarımda,” diyen Yasemin Ertaştan, geleneksel el sanatlarının hemen hepsinde yaşanan iki sorunu dile getiriyor; Biri tasarım, diğeri de pazarlama.
Sonuçta geleneksel yöntemlerle üretilen nesnelerin günümüzde bir ihtiyaca cevap vermediği ortada. Yoğun emekle üretilen bu eşyalar ancak ince bir beğeni, gerçek bir ustalık ve yaratıcılık eseri olduğu takdirde üstün bir estetiği temsil etmesi halinde değer buluyor. Aksi takdirde zorlamayla yaşatılmaya çalışılan bir geçmiş zaman merakı olmakta öteye gidemiyor.
İsfahan da en az Tokat kadar basmalarıyla ünlü bir şehir. Nagş-ı cihan Meydanı’ndaki eski çarşıda çalışan ustalar oldukça değişik modeller üretmişler ama daha önemlisi son derece ince nakışlarla bezenmiş çok renkli baskılar elde ediyorlar. Başlıca özellikleri, el baskısı kumaşların günlük kullanımda ince bir zevki yansıtması kadar, imzalarını attıkları özel çalışmaların birer sanat eseri gibi değer taşıması.
Her şeye rağmen Tokat’ta on kadar atölye çalışmayı sürdürüyor ve el işi yazmaların gerek geleneksel gerekse serigraf baskı üretimi sürüyor.
ÇÖMLEK
Taş Han Tokat’ın’nın yaşayan etnografya müzesi gibi adeta.
Anadolu’da seramik deyince başlıca merkezleri Kütahya, İznik ve Çanakkale olarak bilirdim. İznik’in saray işleri, Kütahya’nın daha çok halkın beğenisine yönelik yapısı, Çanakkale’nin ise Ege Akdeniz taleplerini karşılayan renk ve formları vardı.
Yüz yıl kadar önce son atölyesi kapanan Tokat seramikleri 19. yüzyıl sonunda altı büyük atölyede iki yüz kişinin çalıştığı önemli bir iş koluymuş. Bu konuda araştırmalar yürüten Altan Marçelli ve Selçuk Erez’in çalışmaları ışığında Hasan Erdem’in de içinde bulunduğu bir grup, sırlı nakışlı çanaklar üretmek üzere harekete geçmiş.
Tokat seramikleri kendine özgü yerel vurgularla birlikte önemli bir Selçuklu etkisi taşıyor. Genellikle yeşil ve sarı sırlı olan seramikler son derece ilginç formlar taşıyor, bazıları çok saplı ve kabartma nakışla süslenmiş. Taş Han’daki atölyede gördüğüm örnekler de bu sanatın izini sürüyordu.
ŞEHRİN NABZI
Taş Han’ın avlusundaki sohbetimizde Hasan Erdem şehrin uzak ve yakın geçmişini anlatırken sıkça günümüze dair göndermeler yapıyordu. Birlikte dolaşmaya çıktık.
Her şehrin birden fazla kalbi olduğu için nabzı da çoklu atar. Eğer ki şehir bir ahenk içindeyse bu nabızlardan birini tutmak ötekilere de ulaşmak için yeter, yok değilse her biri bir yana vurur ki günümüz halleri maalesef böyledir.
Bir şehrin asırlar devirmiş yapıları, âdetleri, inanış ve davranışları ne kadar çok ve ne kadar katmanlıysa o kadar sabır ve ince nakış gerekir ki, orası hakkında az da olsa bir şeyler anlayabilsin insan. En iyisi şehrin kendini sere serpe gösterdiği yerlerin birinden işe başlamaktır.
Eski şehir Kaleleri, nasıl bir coğrafyaya, hangi ihtiyaçlar üstünden o şehrin kurulduğunu anlamak için önemli ipuçları verir. Biz de öyle yaptık. Hasan Erdem önde ben arkada Tokat Kalesi’ne doğru çıkıyoruz. Tokat’ın nabzını arıyoruz fakat yokuş dikleştikçe kendi nabzımız bütün bedenimizde atmaya başladı. Evliya Çelebi,
“Zira göklere doğru boy uzatmış yüksek bir kale olduğundan değme adam bir saatte çıkamadığından gece gündüz kapısı daima kapalıdır. Ancak bekçileri daima gözcülük eder pür-silâh kapıcıları vardır. Zira aşağı şehir halkının bütün değerli malları tamamen kalede korunur,” dediğine göre bir vakitler sarp kayalara kurulmuş hayli muhkem bir kaleymiş.
Evliya Çelebi’nin anlattığı yapıdan bugüne pek bir şey kalmamış. Bu terk edilmişlik bir süre daha devam ederse eğer, şehrin içine sivri burunlu kambur bir timsah gibi uzanıp yatmış tepenin üstünde bir zamanlar Kale olan kalıntılar tamamen kaybolacak, bize de Evliya Çelebi’nin dilinden bal almak kalacak:
“Kalesi bir yüksek tepe üzerinde (…..) şeklinde bir şeddadi beyaz kesme taş ile yapılmış sağlam bir kaledir, ama o kadar büyük değildir. Fırdolayı büyüklüğü 5.060 adımdır. Çevresi burç ve bedenlerle süslenmiş, sanatlı beden dişleriyle bezenmiş, etrafında asla hendeği yok korkusuz yüksek bir surdur ki Samanyolu gibi göklere baş uzatmıştır. Ve dört tarafı cehennem çukurundan nişan verdiğinden asla hendek olacak yeri yoktur. Bütün etrafı şahin, kartal ve zağanos yuvalı elvan renkli kayalardır,”
ŞEHRE YUKARDAN BAKMAK
Kalenin en ucuna gidip kollarımı iki yana açarak şehre bakınca, binlerce yapı, yollar, uzaktaki tarlalar ve dağlar sanki bir, bilemedin iki kucak dolusu kadarmış gibi geliyor insana. Tokat tam önümde birbirine paralel uzanan iki bulvarın yılankavi kıvrılarak geçip gittiği bir güzel şehir olarak görünüyor.
Yukarıdan bakmayı alışkanlık haline getirince insan, bu bakışın hem mecazi hem gerçek anlamları bir anda her şeyin sıradan ve birbiriyle aynı görünmesine yol açıyor. Halbuki aşağıda gördüğüm her bir çatı, kubbe, han, hamam, apartman, iş hanı, uzunlu kısalı sokaklar, çarşılar ve en önemlisi noktacıklar halinde gelip geçen her bir insan olağanüstü zenginlikler ve akıl almaz derinlikler barındıran birer umman; her biri kendi değerli hikayesini taşıyor…
Mekan bellediğim Taş Han, yatmış uyuyan timsahın burnunun tam ucunda, aşağıda duruyor. Avlusunu neredeyse kuşbakışı seyrediyorum. Gökmedrese ki artakalmış bezemeleriyle bile Selçuklu çini mozaik sanatına insanı hayran bırakmak için yeterince özelliklere sahip. Sol kolumun üstünde, Taş Han’ın yanıbaşında duruyor. Evliya Çelebi Gök Medrese’yi,
“Evvela Gök Medrese,” diye anlatmaya başlıyor,
“Eski sultanlar yapısıdır ki sağlam yapılmış kârgir hoş bir medresedir…… kubbesinin ortası açık olup zemininde bir dörtgen havuz vardır,” diyor.
Bu yapı uzun süre şehrin Arkeoloji Müzesi olarak kullanılmış. Müzedeki eserler, yapımı yeni biten müze binasına taşındıktan sonra Medrese kapatılmış, bakım ve restorasyon için kapısı bacası kilitlenmiş.
Görevlilerle birlikte Medreseye girdiğimizde nasıl bir mekâna geldiğimi biliyordum. Konya Karatay Medresesi de o muhteşem çini mozaik işlentileriyle başımı döndürmüştü, girift, geometrik motiflerin içinde gezinip dolaşmam için beni defalarca kendine çekmişti.
Gök Medrese ise oldukça yıpranış haldeydi. Yapı ayaktaydı ancak asıl değerini veren çini mozaikler ağır biçimde tahrip olmuştu. Karatay ile benzer bir etkiye ulaşabilmesi için uzun bir çalışma ve çini mozaik sanatının Fas’ta ulaştığı zirvelerle yakın bir temas gerekiyordu…
Bunları düşünürken Evliya Çelebi’nin sözünü ettiği üstü açık avludaki dörtgen havuzun eyvana bakan tarafında oturuyordum. Havuzda birkaç gün önce atıştıran yağmurdan olsa gerek bir karış su vardı. Yapının duvarlarında Müze günlerinden izler kalmıştı. Kâh bir tabela, kâh açıklama panosu, uyarılar vesaire.
Selçuklu Medreselerine, eyvanı merkez alarak her açıdan ve farklı köşelerden bakınca çok farklı sahneler göründüğünü bildiğim için, Gök Medreseyi de laikiyle seyrettim. “Kubbe yıkılmış ama mihrap yerinde,” sözü buraya yakışıyordu. Yıkılan bir kubbesi yoktu gerçi ama Selçuklu sanatının muhteşem kubbelerinden birini yaratan üstün çini mozaikler, dökülüp yok olurken arta kalan sıvada iz bırakmışlardı.
Medresenin kitabesi bulunamamıştı. 13. yüzyıla, Anadolu Selçuklularının Moğollarla kurduğu diplomatik ilişkilerle tanınan ve Mevlâna ile yakınlığıyla bilinen Muiniddin Süleyman Pervane dönemine tarihleniyordu. Şifahane olarak 18. yüzyıla kadar hizmet veren yapının ön cephesi pembe ve beyaz taşlarla yol yol örülmüş, tam orta yere ise bal peteği mukarnaslı bir taç kapı oturtulmuştu.
HIDIRLIK KÖPRÜSÜ
Kollarımı iki yana açmış Kaleden şehre bakarken sol elimin parmak uçlarına denk gelen bir kadim köprü var. Yeşilırmak gibi bir güzel nehri beş zarif adımla aşan bu köprü en fazla kaç yaşında olabilir diye geçiyor aklımdan. Bir köprü ne kadar eski olabilir ve bunca yaşına rağmen bir köprü bunca yükü nasıl taşıyabilir? Anadolu’da Roma lejyonlarının bin yıla merdiven dayamış ve hâlâ kullanılan köprülerini biliyorum ama bu zarif köprü de onlardan geri kalmıyor.
Hıdırlık Köprüsü yedi yüz yaşında. Çoğu var azı yok. O zamanların Boğaz Köprüsü sayılsa yeridir. 151 metre uzunlukta, genişliği de az değil, tam yedi metre. Kesme taşla yapılmış köprünün orta yerinde bir kitabe bulunuyor. Bir vakitler aynı yerde devasa bir mermer küre dururmuş. Kitabenin özelliği tarihte bir dönemin yürek parçalayan iç çatışmalarına işaret etmesi:
Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in birbirine düşen üç oğlu İzzeddin, Rükneddin ve Aleaddin yıllardır savaşmaktadır. Ülke içinde giderek büyüyen gerilimin zenginlikleri yok etmesini engellemek maksadıyla âlimler, âkiller ve aksakallar toplanarak çatışmaları bitirmeye karar verirler. Ne gerekiyorsa yapılır ve kardeş kanı döken savaş bitirilir. Bunun üstüne Yeşilırmağı barış suyu yapan bu köprünün kitabesine üç kardeşin ismi birlikte yazılır.
Köprü bugün de aktif halde. Öyle tarihin süslerinden biridir diyerek korumaya alınmış seyirlik bir hâli yok. Yeşilırmak’ın böldüğü şehrin güneyi ile kuzeyini yeni yapılmış beton köprülerle birlikte taş Hıdırlık Köprüsü de birbirine bağlıyor, Yeni Mahalle ile Kümbet Mahallesi arasında uzanıyor. Bu Kümbet Mahallesi ve hemen onun kuzeyindeki Gezirlik Mahallesi eğer bir yanlışım yoksa, Evliya Çelebi’nin “Kömsek Sultan Tekkesi Mesiresi” dediği çayırlığa kurulmuş. Evliya’nın
“Bütün âşıklar Hıdırlık Irmağı kenarında çadırlarıyla ve kulübeleriyle can sohbetleri ederler,” diye anlattığı bu yer artık mesire değil, ancak içinden uzunca bir Evliya Çelebi Caddesi geçiyor.
EVLER VE SOKAKLAR
Tokat Kalesi’nden bakınca şehrin genellikle alçak yapılardan oluşan geleneksel dokusunu az da olsa koruduğu görülüyor. Sokaklar Anadolu’nu pek çok yerleşiminde olduğu gibi dar tutulmamış, ayrıca labirent giriftliğinde değil.
Mahalleler halkın ekonomik koşullarına göre dağılmış. Tüccar, eşraf, ayan evleri genellikle büyük konaklar halinde Bey Sokağı, Meydan Mahallesi ve Behzad semtine yerleşmiş. Halk tipi evler ise daha çok Sulu sokak ve İvaz Paşa bölgesinde.
Bugünkü Tokat’ın ileri gelenleri, şehrin bu iki eksen üstündeki mimari değerlerini korumak üzere harekete geçmiş. Sulu Sokak gibi Bey Sokağı da kapsamlı bir proje çerçevesinde canlandırılmaya çalışılıyor. Çarşı pazar ve bedesten de aynı kapsama alınmış. Evliya Çelebi’nin,
“Gerçi bu şehir bir dereli ve tepeli zemine kurulmuştur, ama gayet bakımlı ve şenlikli olduğundan çarşı pazarı o kadar süslü ve mamurdur ki sanki bu şehrin çarşısı Halep Şehri ve Bursa Şehri çarşıları gibi gayet tertip üzere mükellef yapılmıştır,” dediği çarşılar günümüzde modern yaşamın gereklerine göre düzenlenmiş ancak arada kalmış eski yapıların, bedesten ve pazarların onarımı sürüyor.
Tokatlılar’ın bugün yaşadıkları evler her yerde yaygın olan, hepimizin yaşadığı sıradan zamane apartmanları. Onların herhangi bir karakteristik yapısından söz etmek mümkün değil. Ancak köklü ailelerin hâlâ oturduğu geleneksel yapılar ayrıntılı araştırmalara konu olmuş.
Tokat konaklarındaki sanatlı bezemeler, özellikle ahşap işleri, hele mübalağa gök kubbe nakışı taşıyan tavan göbekleri eşsiz birer eser. Ben memleketin başka bir köşesinde böylesine rastlamadım.
Gazi Osman Paşa Bulvarı’nda, beton apartmanlar arasında tek başına kalmış Latifoğlu Konağı bu mimarinin en özgün örneklerinden biri. 19. yüzyıla tarihlenen iki katlı yapının kalemişi panolar halindeki süslemelerini, çiçek motifli bezemelerini, oda duvarlarına perspektifli çizilmiş İstanbul tasvirlerini, ocakları çeviren alçı davlumbazları, vitraylı tepe pencerelerini ama illaki paşa odasındaki kat kat dökülen, döküldükçe büyüyüp yayılan tavan göbeğini sanat tarihçilerinin fennine bırakıp biz seyirle yetinerek gönlümüzü doyuralım, ruhumuz şen olsun, sonra çıkalım.
YÜKSEK KAHVE
Taşhan’ın avlusundaki çayhaneye biraz fazla takıldığımdan olsa gerek şehrin çok yakın geçmişindeki siyasi ve kültürel nabzının attığı Yüksek Kahve’de yeterince zaman geçiremedim. Anadolu’da Yüksek Kahve gibi şehrin süzülmüş halk kültürünü yansıtan başka mekânları da bilirim. Mesela Antep’te Tahmis Kahvesi’ni, yine Yüksek Kahve gibi ikinci katta olan Aynalı Kahve’yi, Urfa’da Gümrük Hanı kahvelerini, Diyarbakır’da tornacılar aralığındaki nargile kahvesini, İzmir’de Meserret’i bir çırpıda sayarak başkalarını da ekleyebilirim ancak bu Yüksek Kahve aralarından sıyrılıp yakın tarihin aynası halinde, başka türlü ışıldar.
Gel gör ki bu ışıltısını hak ettiği gibi taşıdığını söylemek zor. Kavisli cephesini süsleyen harikulade ahşap saçaklar, taş basamaklı merdivenle çıkılan zarif sahanlıktaki ahşap sütunlar gerçek birer sanat eseriyken küçücük bir kıvılcımla yok olup gidiverecekmiş endişesi yaşatıyor insana. Böyle giderse yok olacaklar arasında bu balkondan coşkulu nutkunu irad ederken aşağıda toplanmış ahalinin heyecanlı nümayişlerini memnunlukla izleyen Başbakanların, Cumhurbaşkanlarının anıları da yok olup gidecek. Belki de bir dönem böyle kapanacak. Behzad Bulvarı’ndaki meydana hakim konumuyla etrafı süzen yapının üst katı asri otelmiş ve pek çok hatırlı misafir burada ağırlanmış. Şimdi boş.
Yüksek Kahve Evliya Çelebi’ye yetişememiş ancak Çelebi’nin sözünü ettiği Tokat kahve kültürünün belli ki önemli ve belki de son temsilcisi olmuş:
“Bir üzüntülü adam kahvelerine varsa gam def eder, zira her kahvede türlü türlü saz u söz ve Hüseyin Baykara fasılları olur ki hekimler sözünce insan üzüntüsünü giderir. Her bir kahvehanede kıssahânlar, hanendeler, çalıcılar, gazelhan şairler ve diğer maarif erbabı dopdoludur.”
EKMEK ARASI TİYATRO
Şehrin tek özel tiyatrosu aydınlık vitrinli, şık dükkanların arasındaki bir köfteci dükkanının bodrum katında kurulmuş. Tiyatro’nun sanat yönetmeni Kemal Atangür, babasından devraldığı Zaman Lokantası’nı işletmeye devam ediyor, adını Karagöz Lokantası yapmış. 1927 yılında kurulan ve özellikle köfteleriyle tanınan lokanta 1998 yılından beri Kemal Atangür tarafından idare ediliyor. Mekana dışardan bakınca farklı bir yer olduğu hemen anlaşılıyor. Camdaki “Karagöz Köftecisi” yazısının yanısıra ışıklı “Münir Özkul Oda Tiyatrosu” tabelası dikkat çekiyor.
Lokantanın duvarlarına tiyatrocu portreleri, eski oyun afişleri, kitap kapakları, gazete kupürleri, oyun fotoğrafları asılmış. Kemal Atangür küçük lokantanın bodrum katını 35 kişilik bir tiyatro salonuna dönüştürmüş. “Her Cuma burada karagöz perdesi kurulur,” diyor. Bodrum katını tiyatro salonu haline getirmeden önce perdeyi yine cuma günleri köfteci salonuna kurar, geleneksel gölge oyununu çocuklara, yetişkinlere icra edermiş. Salonla birlikte sahne çalışmaları hız kazanmış.
Kemal Atangür tiyatroyla 1984 yılında tanışmış. Tam da eskilerin dediği gibi “iki kalas bir heves” in yanına sahne tozu yutmuşluğun iflah olmaz tutkusu eklenince tiyatroya hayatında geniş bir yer açmış. Yaptığı işin adına “ekmek arası tiyatro” diyerek sanatın hayati önemine işaret eden Kemal Atangür, Gazi Osman Paşa Üniversitesi’nde tiyatro eğitmeni olarak çalışıyor, ayrıca şehirdeki çeşitli amatör topluluklara yönetmen ve oyuncu olarak destek veriyor.
Tokat Münir Özkul Oda Tiyatrosu’nda her cuma hayal perdesini kuruluyor, gonk vuruyor, perde açılıyor.
SAAT KULESİ
Yüksek Kahve’nin balkonunda oturmuş kağıt oynayanları seyrederken saat kulesindeki gonk beşi vurdu.
Sulu Sokak’taki bakır atölyeleri ve geleneksel yapılardan farklı olarak vitrinli mağazalarla dolu Behzad Bulvarı Tokat’ın bir başka yüzünü temsil ediyor. Yakın zamana kadar şehrin her tarafından görülen ve gonk sesiyle Tokatlılara saat ayarı veren Kule de Behzad Bulvarı üstünde.
Kesme taştan yapılmış 33 metre yükseklikteki bu zarif yapı Osmanlı döneminden kalma. II. Abdülhamit teknoloji merakıyla ve saatlere düşkünlüğüyle bilinen bir sultan. Tahta çıkışının 25. yılı anısına 1901 yılında Balkanlardan orta doğuya kadar memleketin dört bir yanına saat kuleleri inşa edilmesini emretmiş. Türkiye’nin bugünkü sınırları içine yer alan 52 saat kulesinden biri de Tokat’ta bulunuyor. Kitabesine 1902 tarihi işlenmiş, saat kadranı 1917 yılında alafrangaya çevrilmiş.
Saat Kulesi’nin karşısında Bey sokağı uzanıyor. Sokak iki tarafındaki konaklarla birlikte kıvrılarak gidiyor.
Bey Sokak’taki en önemli yapılardan biri daha doğrusu başlıcası Mevlevihane
MEVLEVİHANE
- yüzyıla tarihlenen bu günkü Mevlevihane binasını Evliya Çelebi’nin görmediğini biliyoruz ancak 13. yüzyıldan beri var olduğu bilinen bu Mevlevi tekkesini Evliya Çelebi anlatırken,
“……. Semahane çevresinde semâzen fıkaralarının odalarının bütün pencereleri, çevresindeki çiçekli ve kuşlu İrem Bağı’na bakmaktadır. Ve haftada iki gün mukabele olup Mevlânâ ayini ederler ki sanki Hüseyin Baykara fasılları olur. Özellikle sızıltızedeler adında neyzenleri var ki her biri sanatının ustasıdır. Ve gün gece-gündüz iki defa bütün fukaraya ve bazı dostlara Mevlâna nimeti dağıtılır,” diyor.
Mevlevihane’yi Müze Müdürü ve araştırmacı Ekrem Anaç ile birlikte geziyoruz. Ekrem Anaç, Tokat hakkında derin bilgiye sahip.
Mevlevihane’nin zemin katındaki beş odadan şeyhin görüşmelerini yaptığı baş oda dışındakiler dervişlerin günlük ihtiyaçları için kullanılırmış. Günümüzde ise nadide eserler ve yazmalarla dolu zengin bir müze olarak değerlendirilmiş.
Semahaneye yapının dışındaki merdivenlerden çıkılıyor. Girişin önünde ağaçlıklı ferah bahçeye bakan geniş bir balkon bulunuyor. Balkonun çatısını zarif ahşap sütunlar taşıyor. Semahane ise tüm Mevlevihanelerde olduğu gibi dairesel formda; sadeliği ve işlevselliği gözeten ayrıntılarıyla mükemmel bir yapıya sahip.
Ekrem Anaç, Evliya Çelebi’nin Tokatlılar hakkındaki sözlerini hatırlatıyor:
“……… bütün halkı zevk ve şevk ehli, garip insanları seven kimselerdir. Kin ve hileden uzak, her şeyden temizlenmiş, derya gönüllü, cömert, yumuşak huylu ve sakin adamlardır. Herkes hakkında iyi düşünüp genellikle bezirgân olduklarından herkesle iyi geçinirler,” diye tarif ettiği Tokatlıların bugün de benzer karakterde olduğunu söyleyerek Osmanlı tebaasının bütün unsurlarıyla hâlâ Tokat’ta yaşadığını söylüyor.
Ayrıca Türkiye’ye bir göçmen grubu yerleştirilecek olsa akla hemen Tokat’ın geldiğini söylüyor. Nitekim buraya gelirken Sulu Sokak’taki Belediye Aşevinin önünde gördüğüm yemek sırasında bekleyen kalabalık göçmen gruplarını hatırlıyorum.
Ekrem Anaç şehrin bugünkü sosyal yapısını anlatırken, Tokat merkezin İstanbul’a yakın bir kent kültürü ürettiğini belirterek müzikten örnek veriyor. Makam bilgisine sahip en az bir enstrüman çalan ve usulüyle müzik icra eden şehirlilerin sanayileşmeyle birlikte daha büyük kentlere göçtüğünü söylüyor ve bütün Anadolu’da olduğu gibi Tokatta da köklü damarların büyük oranda kaybolmasından yakınıyor. Tokat’ın en belirgin özelliğini anlatırken,
“Anadolu’nun başka hiç bir şehirde 11. yüzyıl sonundan günümüze kadar değişerek gelen mimarinin izini sürebilmek mümkün değildir,” diyor ve Tokat’ta 900 adım yürüyerek Türkler’in Anadolu’daki 900 yıllık serüvenini görebilirsiniz,” diye ekliyor.
Üniversite mimarlık bölümlerinin bu olağanüstü yapıyla ilgilenmediklerinden yakınırken sadece dönemleri temsil eden binaların değil aynı zamanda farklı işlevlere sahip yapıların da bir arada bulunduğunu belirtiyor.
Han, hamam, cami, medrese hatta tuvalet gibi pek çok yapı çeşidinin bir arada bulunduğu Tokat’ın mimarlık müzesi vasfının bir başka şehirde olmadığını anlatıyor… Lafın burasında geçen “tuvalet” araya öylesine sıkıştırılmış bir mübalağa değil. Sulu Sokakta Osmanlı yapısı “Sık Dişini Helası” yakın zamana kadar kullanılmış.
Kare formdaki yapı çarşının orta yerinde. Asma kilitli kapı aralığından içeri baktığımda fayans döşeli duvarlar ve yüksek bölmeler gördüm. Sık Dişini Helası uzun süredir kullanılmıyordu.
SON TANIKLAR VE YAZARLAR
Bey Sokak’ta doğup büyüyen, Mevlevihane’ye bitişik oturan ve son Mevlevi Şeyhi Hadi Efendi’nin kızıyla arkadaş olan bir zarif tarih tanığıyla konuşuyorum. Hayatı bu şehirde, bu sokakta, Mevlevihane’nin hemen arkasındaki evde geçmiş. Aysel Yoğurtçuoğlu, buranın hatırladığı en eski halinin, çocukken önünden gelip geçtikleri kadınlar hapishanesi olduğunu anlatıyor. O zamanlar neden bir çok kadının burada toplu halde bulunduklarını anlayamaz, ahiret sorularıyla babasını terletirmiş. Mevlevihane daha sonra İmam Hatip okulunun yatılı yurdu, ardından Kuran kursu olmuş, daha sonra terkedilmiş. Yıkılmaya başlayan bina için harekete geçen mahalleliyle birlikte Aysel hanım da canla başla çalışarak koruma kararı çıkmasını sağlamış; restorasyon başlamış ve 2006 yılında müze olarak hizmete açılmış.
Son postnişin Hadi Efendi’nin kızı Bedriye Üstün ise restorasyonun başladığı 2004 yılında 88 yaşındayken bu dünyadan geçmiş. Böylece Aysel Hanımla çok eski tarihlere uzanan derin bir mahalle arkadaşlığı ve komşuluk anıları yarım kalmış. Şimdi o anıları Aysel Hanım taşıyor, aynı zamanda annesinden gelen bir geleneği de titizlikle sürdürüyor. Ud çalıp şarkı söyleyen ve ilk müzik eğitimini aldığı annesi gibi o da müzikle uğraşıyor. Tokat Belediyesi Türk Sanat Müziği heyetinin ilk üyelerinden biri, her hafta provalara aksatmadan katılıyor.
Şehrin genç yazarlarından Yasemin Dutoğlu ile geleneksel tarzda döşediği mimarlık ofisinde sohbet ediyoruz. Ana caddeye bakan yüksek bir yapının üst katındayız. Şehrin uzaklara doğru yayılan dokusu ancak apartmanlar arasında kalan sokak boşluklarından görülüyor.
Yasemin Dutoğlu, her şehirle kolayca bağ kurabilen biri olduğunu söylerken Tokat’ı ayrı bir yere koyuyor. “Ak zambaklar şehri,” diye tanımladığı ve anılarıyla birlikte kimliğini de oluşturan şehri anlatırken çocukluğunda mahalle hayatının son demlerini yaşama fırsatı bulduğunu söylüyor.
Yasemin Dutoğlu bütün dünyada olduğu gibi Tokatta da tüketmenin üretmekten daha önemli hale geldiğini söyleyerek hızla yaşanan değişimin önemli bir değerler erozyonuna sebep olduğunu anlatıyor. Mesleki hassasiyetlerle çevresine baktığı zaman Tokat’taki çarpık yapılaşmanın başlıca problemlerden biri olduğunu, vadi tabanına yerleşmiş şehirde hava kirliliğinin had safhaya vardığını, yeşil dokunun korunmasındaki zafiyetleri dile getiriyor.
Yasemin Dutoğlu, kent kültürünü içeren sözlü tarih ve araştırmalarla zenginleştirilmiş kitap çalışmalarına devam ediyor.
Tokat’ın dikkate değer bir yazar potansiyeli ve canlı bir edebiyat hayatı var. 2006 yılında kurulan Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nin yetmiş üyesi bulunuyor. Derneğin kuruluşundan itibaren üç ayda bir çıkan “Kümbet Dergisi” şehirde düzenli yayınlanan dergilerinden biri. Dernek başkanı Remzi Zengin, “Tokat’tan Mısralar” adıyla iki cilt kitap yayınladıklarını ve şehrin şairlerinin eserlerini bu kitaplarda topladıklarını anlatıyor. Ayrıca düzenledikleri şiir buluşmalarından ve misafir oldukları şiir okumalarından söz ederek bölgenin aktif edebiyat derneklerinden biri olduklarını söylüyor.
Her şehirde yoktur ama Tokat’ta bir lutiye bulunuyor. Hem de öyle yapımı sade sazlarla değil, son derece karmaşık enstrümanlar yapmakla uğraşıyor. Güven Yetişkin’in asıl sazı ud, ancak kemanlara da hayat vermeyi biliyor. Özellikle Çin işi ucuz kemanlar onun elinde bambaşka bir enstrüman haline geliyor.
O gece geç vakit şehirden ayrılmadan önce atölyesine uğradık. Küçücük mekânda tek başına çalışıyordu. İşine ara verdikten sonra yeni tamamladığı udlardan birini alarak güzel bir taksim geçti.
Şehirden çıkarken vakit gece yarısına yaklaşmıştı. Murad ile Hasan’ı yeni yolculuk planlarken bıraktım ama nedense bu şehir içimde bir nihavend taksim olarak benimle geldi.