Bu kadar katman sahibi, bunca mayalanmış, dem tutmuş bir şehri anlatmaya başlarken insanın önce zihnine bir çeki düzen vermesi gerekiyor ama ne mümkün…
Daima dikkat ederim; erbabının dilinden dökülmüş anlatılarda hikayenin kapısını açan o ilk cümlenin kuruluşundaki inceliği anlamaya çalışır, nasıl toparlandığını merak ederim…
Tıpkı seyyahın bir şehre yaklaşırken nereden nasıl gireceğini önemsemesi gibi, yazar da bir yeri anlatmaya başlarken ilk olarak seçeceği sözcükleri ve onları bir araya getiriş biçimini titizlikle kararlaştırır diye düşünürüm…
O nedenle Konya’yı yazmaya başlamadan önce yukarıdaki üç paragrafı oluşturan üç kırık cümleyle küçük bir hazırlık yapmış olmam hoş karşılanır umarım.
Çünkü aslına bakarsanız Konya bir velveledir, bir heyheyli deryadır ki ne bir bakışta kendini ele verir ne de insanı sinesine çekerek hâlini açık eder.
Hoş her şehir, her ülke, her deniz, her dağ böyledir. Çöllerde gezinen mecnunların, iklimlerden serhoş divanelerin, engel, sınır tanımaz seyyahların anlattıklarına bakmayın siz. Görüp yaşadıkları arasından yazıya döktükleri deryada katredir desem fazla bile söylemiş olurum. Çünkü onların ya kalemi gitmez hepsini söylemeye, ya dilleri yetmez.
Bozkırın başına gelmiş en muhteşem zamanları yaşamış Konya gibi şehirler ise anlatmaktan çok temas etmeyi gerektiren yerlerdir. Meşrebine göre bir yol tutturabilmek için gönlünü kılavuz belleyerek yordam peşine düşenlere ilham verir, kapı açarlar.
Lakin bütün bu söylediklerime rağmen değişmeden kalan ne vardır ki?.. Bin yılda birikmiş olanı kısa zamanda saçıp savuran hovardalıkları Konyalılar yakinen bildikleri için, dillere destan zenginliklerin, kulaç yetmez manevi derinliklerin, zamane hoyratlığına ancak bir yere kadar dayanabileceğini de bilirler…
Konya’yı yazmaya oturmuşken, işte bu cümlelerle ben böyle kanadı kırık bir kuş gibi bozkırda döne dolaşa çemberler çizerek lafa konacak bir yer aranırken, imdadıma sözünü süzüp de söyleyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ın satırları yetişti.
“Konya, bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya’ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğunuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuk Sultanları’nın şehrinde bulursunuz.”
Anadolu’nun orta yerindeki Tetis Denizi’nin 1. Jeolojik zamanda ortadan kalkmasıyla oluşan Konya Ovası, hâlâ deniz dibi yaratıklarını orasında burasında saklıyor, zaman zaman çıkarıp gösteriyor. Tarlalarda kırlarda dolaşırken fosil bulmak Konyalılar’ın hayatında olağan sayılıyor.
Bozkır iklimi nedeniyle yıl boyu çok az yağış alması ve yazların sıcak geçmesi sayesinde Türkiye’nin en kaliteli buğdayı Konya Ovası’nda yetişiyor.
Bu eski denize gökyüzünden bir çırpıda inivermiştim, havaalanı servis otobüsünün penceresinden göz alabildiğine uzanan ovanın tekdüze manzarasını seyrederek gidiyordum. Alan şehre uzaktı, yol düzgün, hava berraktı. Arkamızda kalan üç çeyrekten sonra tramvay durakları başladı. Şehir içi ulaşımda uzun zamandan beri raylı sistem kullanılıyordu; vagonlar hayli yorgun görünmesine rağmen çok geçmeden fark edeceğim gibi gayet yarayışlı bir sistem kurulmuştu. Öte yandan şehrin büyümesine paralel olarak hatların uzamaması sıkça duyacağım yakınmalar arasında olacaktı.
Evliya Çelebi,
Bu büyük şehir Meram Dağı’nın doğu tarafında bir düz ovada kurulmuş olup İrem gibi Meram Dağı bu şehrin batı tarafında (…….)saat uzak mesafededir. Bu şehrin içinde ve dışında küçük ve büyük (……) ile örtülü güzel evler vardır.” diye şehri anlatmaya başlamadan önce uzunca bir Selçuklu tarihi kaydeder. Çünkü bu şehri anlatmanın da anlamanın da yollarından biri, bozkırda var olmuş ve iki yüz yıl gibi çok kısacık dirlik süresi içinde geniş bir coğrafyayı imar ederek nakışla bezemiş, sanatla zenginleştirmiş Selçuklu’dan geçer. Yollardan diğeri ise Evliya Çelebi’nin dilinden “derviş tekkelerinin anlatılması” faslında şöyle açılır:
“Bunlardan Hazret-i Sultan Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Tekkesi’dir ki anlatılmasında dil yetersiz kalır.”
Bu söylenenlere bir de yakın zamanlarda Konya ile ilgili çalışmalar yapan Prof.Dr. Michel Balivet’in değerlendirmesini eklersek nasıl bir yere geldiğimiz az çok anlaşılabilir:
“Konya, Eski Hellenistik İkonion, Romalıların İconium’u, Anadolu Selçukluları’nın Konyası… Dünyanın en eski şehirleşen bölgelerinden birinin merkezinde Konya… Öyle ki tarihin en antik sitelerinden birine sahip olma imtiyazına sahip olan Konya, İndus Vadisi’ni ve Ölü Deniz sahillerini paylaşmaktadır.”
Prof. Balivet’in sözünü ettiği İndus Vadisi, boydan boya birkaç kez geçtiğim muhteşem bir coğrafya, Ölü Deniz’in ise suyundan gözlerimin alev aldığı, çamurunda bedenimin dirildiği bir yeryüzü mucizesi. Yani hem tenimle, hem okuyup gördüklerimle her ikisinin de insanlık geçmişindeki yerini az çok kestirebiliyorum. Bu nedenle zaten Konya’nın Çatalhöyüğü ile İndus Vadisi’ni ve Ölü Deniz’i yan yana getirince nasıl geniş bir insanlık ailesine ait olduğumuzu ve yeryüzü maceramızın nasıl da ortak olduğunu hatırlıyorum, kendisine hak veriyorum. Ne de olsa burası eski bir denizdir, biz de denizde bir balıktan başka neyiz ki…
Gibi karmaşık düşünceler aklımdan geçerken havaalanı o güzel mimarisiyle şehrin nazarlıklarından biri gibi duran Konya Lisesi’ne geldi dayandı. Buraya kadar Ova’nın yeknesak görüntüsünü izlerken zaman zaman elimdeki notları karıştırmıştım. İnip yürüdüm. Her şehrin bir alameti farikası olur, Konya’nın ise birkaç taneydi. Ben Alaeddin Tepesi’ni istikamet tutup yürümeye başladım.
Gayet güzel düzenlenmiş ve bakımlı bir caddede gidiyordum, az sonra trafiğe kapalı yaya bölgesine girdim. Şehrin bu yeni kesiminde bulvar kafeleri, Dünya markalarının mağazaları, aydınlık vitrinli dükkanlar, büyük kırtasiyeciler, şık restoranlar ve ayaküstü atıştırma mekanları vardı. İstanbul’da, Maraş’ta dondurma, tatlı satan birer yerel işletmeyken Anadolu’da zincir haline gelmiş, yurt dışına açılmakta olan tatlıcılar şube açmışlardı.
Burası şehrin modern yüzü. Konya’yı oldum olası bisikletleriyle bilirim, o eski model çift kadrolu sağlam bisikletler bende nedense hep Konya ile özdeşleşmiştir. Mevsim nedeniyle mi bilmiyorum ama ortalıkta herhangi bir şehirdeki kadar bile bisiklet görünmüyordu. Biraz daha ilerleyince belediyenin kurduğu bir bisiklet istasyonuna rastladım. İsteyenler burada otomatik makinelerle yapılan basit bir işlem sonucu bisiklet kiralayabiliyor ve şehrin bir başka noktasındaki istasyonda bisikleti bırakabiliyordu. Uygulama yeni başlamıştı, başarılı olursa yaygınlaştırılması düşünülüyordu.
Düzgün döşenmiş yaya bölgesinde gruplar halinde gençler dolaşıyor, bebek arabasını sürerek sonbahar gezintisine çıkmış anneler geçiyor, şehir dışından gelmiş misafirlerini gezdirenler irili ufaklı gruplar halinde sonbaharın tadını çıkarıyorlardı. Bulvar kafeleri neredeyse doluydu ama belli ki Aleaddin Tepesi’ndeki çay bahçelerinin mevsimi geçmişti.
Ağır aksak geze dolaşa Şehrin merkezindeki Aleaddin Tepesi’ne varmıştım. Önünde bir tramvay hattı uzanıyor ve çevresinde orta halli bir cadde dolaşıyordu. Renkli tabelalarıyla birlikte vitrinlerin ışıklarını da yakmaya başlayan modern dükkanların arasında bir yapı ilişti gözüme, Kiliseydi. Konya’daki tek kilise Aziz Pavlus adına yapılmıştı. Oldukça gösterişli Gotik tarzdaki yapı 1910 yılında burada çalışan Fransız mühendis ve teknisyenlerle aileleri için yapılmıştı. Konya’ya yurt dışından gelen konukların ziyaret ettikleri mekân Aleaddin Tepesi’nin tam karşısındaydı.
ALEADDİN TEPESİ VE SELÇUKLU MİMARİSİ
Yamaca tırmanan basamaklardan tepeye çıkmaya başladım. Bir yanımda bu tarihi höyüğün eteklerine yerleşmiş beton tesis, tam tepesinde ise Evlendirme Dairesi bulunuyordu. Ağaçlar altında gönül açan çay bahçeleri serin akşam üstünde boştu. Yaz günlerinde şehrin merkezindeki soluk alma mekanı olan bu tepe adını şehrin banisi Aleaddin Keykubat’tan alıyor. Aynı adı taşıyan cami Anadolu Selçukluları döneminde şehrin en büyük camisiymiş. Bu gün de son derece ihtişamlı görünen yapının Evliya Çelebi zamanında iç kalede kaldığı için biraz gözden düştüğü anlaşılıyor. Çelebi bu camiyle birlikte tepeyi şöyle anlatıyor:
“Evvela iç kalede eski yapı Sultan I. Aleaddin Camii:” dedikten sonra ne yazık ki bir buçuk satır boşluk var seyahatnamede. Üstelik bütün ciltlerde çok sık tekrarlanan irili ufaklı bu boşluklar ne yazık ki güzel bir melodiyi radyoda yakalamış dinlerken olmadık yerlerde parazitle yayının kesilmesi gibi bir etki yaratıyor üstümde. Şöyle devam ediyor Evliya Çelebi:
“Diller ile anlatılmaz ve kalemlerle yazılmaz sanatlı bir camidir. Ancak iç kalede olduğundan cemaatten yoksundur. Bu iç kale bir yüksekçe yerde bulunup donanımlı ve mükemmel cebehanesi ve topları vardır.”
Camiin biraz ihmal edilmiş, pek de rağbet görmediği için sıkı sıkıya kapalı görünen kapısı Selçuklu mimarisinin ve bezemeciliğinin başyapıtlarından birine açılıyor. Caminin yapımı üç sultan devrinde ancak tamamlanmış. I. Rükneddin Mesud zamanında başlamış, II. Kılıçaslan devrinde sürmüş, nihayet Sultan I. Aleaddin Keykubad zamanında bitmiş ve 1221 yılında ibadete açılmış.
İlk yapıldığı zaman taş duvarlı ve ahşap hatıllar üstüne sıkıştırma toprak damlıymış. Çatı şimdi günümüz koşullarına uygun şekilde modern malzeme kullanılarak kapatılmış ancak içerden bakınca ahşap hatıllar yine görünüyor. Bu geniş yapının kubbe kullanılmadan örtülen çatısını taşıyan 41 sütun Bizans devri ve klasik dönem yapılarından devşirilmiş.
Selçuklu’nun taşı ve ahşabı dantel misali işlemedeki mahareti, caminin abanoz minberinde zirveye ulaşmış. Genellikle bu eserleri yapan ustaların adları bilinmez, çoğu usta, kendi tercihiyle ortaya çıkardıkları güzelliklerin kendi adlarıyla anılmasından haz etmez. Kendilerinin giderek silindiği ama yarattıklarının zaman geçtikçe daha fazla göz kamaştırdığı işler yapmak isterler. Yine de Aleaddin Camii’nin anıtsal minberini yapan ustanın Ahlatlı Mengum Berti nam sanatkar olduğunu biliyoruz. Ne mutlu bize ki 1255 yılında yaptığı abanoz minber bugüne gelebilmiş.
Lakin, ne yazık ki bu güne gelemeyen son derece önemli bir yapı ise, yakın dönem tanıklarının feryat figanı arasında yıkılıp gitmiş. Geriye, o debdebeli günlerin anısını taşısın diye bırakılmış yorgun bir sütun gibi duran, Selçuklu’nun ince beğenisi vicdanlarımızda çakılı kalsın diye bir başına tepenin eteklerinde yükselen yapı parçası kalmış. Adına Selçuklu Köşkü deniyor.
1935 yılında “Konya Köşkü” adıyla bir kitap yayınlanan ve bu yapıyı uzun süre yakından izleyerek üstünde çalışmalar yapan Friedrich Sarre,
“Anadolu Selçukluları’nın XII-XIII. yüzyıllarda yüksek bir sanat kültürüne durak yeri olan başkentleri Konya’daki sarayları geçen yüzyılın ilk yarısına kadar büyük kısmı ile mevcut kalabildikten sonra harabe haline gelmiştir. Bunun son bakiyesi olup köşk adıyla anılan, evvelce bir duvarla çevrilmiş bulunan binayı 1895’te henüz çökmemişken görmüş; dıştan muayene etmiş, yıkılmaya yüz tutmuş olması dolayısıyla içine girememişti. Bu da zamanla yıkılmış, uzun zamandan beri kendinden eser kalmamıştır,” diyor
Köşk, Selçuklu’nun ileri fikirli sultanı, mükemmel hat işlemelerle birlikte heykelleri ve kabartmaları da önemseyen Aleaddin Keykubad döneminde yapılmış. Yapıdan arta kalan küçük parça bugün yüksek bir beton çardak altına alınarak korunmaya çalışılıyor. Tam karşısında duran Karatay Medresesi ile birlikte, yeni başlayan çevre düzenlemesi kapsamında yaşatılmaya çalışılıyor. Aleaddin Tepesi’nin batı eteklerinde bulunan İnce Minare ise Selçuklu veziri Sahib Ata tarafından 1258-1279 tarihlerinde yaptırılmış Bina 1956’dan beri Selçuklu Taş ve Ahşap Eserler Müzesi olarak kullanılıyor.
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Hakikatte Selçuk mimarisi çok defa dince yasak olan heykelin peşinde gibidir. Bu binaların cephelerinde durmadan onun tesirlerini arar. Mektepten mektebe küçük madalyonlar, şemsler, yıldızlar, kornişler su yolları ve asıl kapı üstünde ışık ve gölge oyununu sağlayan iskalaktitler, iki yana fener gibi asılmış oymalı çıkıntılar, çiçek demetleri, firizler ve kordonlar, arabesk levhalar bu cephelerde yazıya pek az yer bırakır, bazen de onu ancak seçilebilen bir oyun haline getirir,” diyor.
Bu sözleri İnce Minare’nin cümle kapısına bakarak söylemiştir diye düşünüyorum. Sadece bu kapı değil, içeride sergilenen eserler de bu yorumu doğrulayacak nitelikte. Konya Kalesi’nden kalan yüksek kabartma rölyefler, geometrik ve bitkisel motiflerle bezenmiş kapılar, pencere pervazları, ahşap oyma bezemeler, tavan göbekleri ve mezar şahideleriyle birlikte sandukalar birer sanat tarihi dersi gibi. Selçukluların simgesi olan çift başlı kartal ve köşk girişindeki kanatlı melek figürleri de Selçuklunun sanat anlayışını yansıtıyor.
İnce Minare, Aleaddin Camii, Selçuklu Köşkü ve Karatay Medresesi Aleaddin tepesinden geçen bir çapraz eksen üstünde yukarıdan aşağı doğru yer alıyor ve Selçuklu sanatındaki incelikleri bugünkü halleriyle bile yansıtıyorlar.
Tepenin kuzeyindeki Karatay Medresesi 1251 yılında II. Keykavus’un Emiri Celaleddin Karatay tarafından yaptırılmış. Yapı Osmanlı döneminde de Medrese olarak kullanılmış, XIX. Yüzyılın sonlarında terkedilmiş, 1955 yılında ise Çini Eserler Müzesi olarak açılmış.
Müzede Beyşehir Gölü kıyısındaki Kubat-Abad Sarayı kalıntılarında bulunan Selçuklu ve Osmanlı dönemi çinileri ile alçı işlemeler sergileniyor. Ancak burası Selçuklu çiniciliğinin pırıltılarını görebilmek isteyenler için değil, gözlerinin önünde yıldızlar uçuşmasını, çizgilerin renklerle birlikte yarattığı geometrinin içinde kaybolup gitmeyi kaldırabilecek olanlar için önemli bir yer. Çünkü çini mozaik, bildiğimiz çini karo ya da çokgen levhalarla bir yüzeyi döşemekten çok farklı bir bezeme tekniği. Küçük küçük ve farklı renklerdeki çini parçalarının yapboz gibi birbirinin içine geçerek son derece girift desenler yarattığı bezeme işine deniyor. Bu sanat İran’da başlayan, Orta Asya’da olgunlaşan, Selçuklularda doruğa ulaşan sonra batıya doğru kayıp Magrip ve Endülüs’te başyapıtlar bırakan, bugünkü Fas’ta okulları ve atölyeleriyle zenginleşerek yaşamayı sürdüren bir ince sanat. İnceliklerini anlatmaya burada ne yer, ne de Evliya Çelebi’nin hep söylediği gibi “dil yeter.”
Yıllar öncesinden bildiğim bu eserleri ama en çok da Karatay Medresesi’ni tekrar görmüş olmaktan memnundum. Konya’da bulunduğum süre içinde neredeyse her gün bir sefer uğramaktan kendimi alıkoyamadığım Medrese, ortasına sere serpe uzanıp kubbesindeki nakışları, eyvanındaki işlemeleri doyasıya seyredeceğim ve kıvrımlarında hayaller kurarken birbirine dolanarak uzayıp giden figürlerde gezineceğim, tam bir köşeye yaklaşırken beliriveren alametlerden el alıp yeniden kendime geleceğim ilahi nakışların mekanıydı. Selçuklu’nun Karatay, İsfahan’ın Nakş-ı Cihan, Marakeş’in Bahia Sarayı ve Granada’nın efsanevi çini mozaikleri, hepsi birlikte insanlığın ruhuna hediye edilen bir büyük armağan olarak yaşıyor.
Şehre gelir gelmez Aleaddin Tepesi’ne ine çıka etrafı kolaçan ettikten sonra Karatay Medresesi’nde bir parti ruhumu doyurmuş, anılarımdaki Konya’nın yerli yerinde olduğunu görerek ferahlamıştım, artık gönül rahatlığıyla otele gidebilirdim.
İstikametim belliydi, doğuya doğru hiç kıvrılıp bükülmeden dümdüz giderek Aleaddin Tepesi’ni Mevlana makamına, Kubbe-i Hadra’ya bağlayan geniş bulvara çıktım. Şehrin orta halli otellerinden çoğu bu caddeye dizilmişti. Ben Mevlana Türbesine yakın olan birinde kalıyordum. Otele girince terasa çıkıp yeşil çinili konik kubbeye baktım, günün son ışıklarını yansıtıyordu.
MEVLANA
Sabah erkenden Mevlana Türbesine doğru yürüdüm. Türbenin ve yanındaki Cami ile birlikte külliyenin baktığı alanda kapsamlı bir düzenleme çalışması yapılıyordu. Yer yer kaldırımlar sökülmüş, toprak kazılmıştı. Akşamüstü atıştıran yağmurdan kalan su birikintileri inşaat alanına pençe pençe yayılmıştı. Konya’nın meşhur kırkikindilerinin mevsimi değildi ancak geldiğimden beri gökyüzü ha yağdı ha yağacak kasvetli bir koyulukla şehri örtüyordu.
Önündeki Selimiye Camii ile birlikte üç mütevazı kubbe, dikine yivli yeşil türbe gökyüzüne yaslanmıştı. Giriş kapısının yanındaki küçük yapıda ziyaretçilerin soluk alabileceği, istirahat edip susuzluk giderebileceği bir sebilhane yapılmıştı. Günün erken saatleri olduğu için içeride kimse yoktu. Dış kapıdan bilet alarak girdim, özenle düzenlenmiş ferah bir gül bahçesi içindeki döşeme yoldan Mevlana makamına doğru yürüdüm. Bir vakitler buralar Selçuklu Sarayı’nın gül bahçesiyken Aleaddin Keykubat tarafından Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’e hediye edilmiş. Babasını gökkubbenin örttüğü bir türbeye defneden Mevlana da vefatından sonra aynı yere defnedilmiş. Tebrizli Mimar Bedreddin’in kabirler üstüne yaptığı “Kubbe-i Hadra” bugün de dünyadaki simgesel yapılardan biri olarak tanınıyor.
Burası Evliya Çelebi’nin,
“Bir ham mermer ile döşenmiş geniş ve büyük bir avlusu vardır. Toplam (…..)kapısı vardır. Bu avlunun dört tarafında pek çok sayıda gönlü yaralı derviş odaları vardır. Pencereleri etrafında olan bahçeye bakmaktadır,” dediği yere pek de geniş olmayan bir kapıdan giriliyor. Dervişan Kapısı’ndan.
Dış bahçede olduğu gibi burada da düzenleme çalışmaları yapılıyor. Bazı yapıların kaderi böyle galiba, Mevlana türbesinde de onarım ve düzenleme çalışmaları tamamlandığı günden beri bitmemiş. İşçiler, bahçıvanlar kordona alınmış alanlarda hummalı bir faaliyet içinde. Birkaç ay sonra Şeb-i Arus törenleri başlayacak ve Konya tam da kalbindeki bu makama binlerce insanı çekecek.
Çelebi’nin sözünü ettiği derviş hücreleri avluya girer girmez günümüz ziyaretçilerini ortama hazırlamak için ve bilgilendirmek amacıyla düzenlenmiş. Mevlevilere ve Mevleviliğe dair dokümanlar, dervişlerin giysileri, enstrümanları, ibadet gereçleri her bir odada tekke hayatını canlandırıyor. Avlunun Kuzey ve Batı tarafını kuşatan Derviş hücrelerinden sonra güney istikametinde Matbah bulunuyor.
Kuşkusuz külliyenin de tekkenin de önemli parçalarından biri Matbah ya da mutfak. Taliplerin ilk alındıkları yer burasıymış ve burada 1001 gün süren hizmet aynı zamanda bir adaba yatkınlığın ölçülmesi için de en uygun yer kabul edilirmiş. Bu sürenin bitiminde tekkeyle yolu ayrılacak olanların eşikteki terlikleri dışarı bakar şekilde konur, dergaha kabul edilecek olanların terlikleri ise içeri bakacak şekilde bırakılırmış. Ondan sonradır ki manaya doğru zorlu bir yolculuk başlarmış. Mutfaktaki mankenler ve o günlerin mutfak gereçleriyle birlikte bir tür canlandırma yapılmış. Tekkedeki maddi hayatın hemen bütün aşamalarını burada görebilmek mümkün.
Mutfaktan çıkarken tam karşımda Yavuz Sultan Selim’in 1512’de yaptırdığı şadırvan ile Şeb-i Aruz havuzu duruyordu. Karşıdaki avlu kapısına o sırada kalabalık bir grubun yaklaşmakta olduğunu gördüm. Bahçenin dışındaki geniş park alanına birkaç tur otobüsü yanaşmış, gruplar halindeki ziyaretçiler rehberleri eşliğinde külliyeyi gezmeye başlamıştı. Onlarla birlikte Mevlana’nın ve aile fertlerinin sandukaların bulunduğu, ayrıca semahanenin olduğu ana yapıya girdim.
“Nice padişahlar ve sultanlar bu kutlu türbeyi tamir etmiştir, ama 941 (1533-34) tarihinde Süleyman Han Bağdat fethine giderken 200 kese masraf koyup cennet benzeri Bağdat’ı feth edip gelince evvela Sultanu’l ulemâ ve oğlu Hazret’i Molla Hünkâr’ın sandukalarını altın işlemelere gömdürüp gümüş şebekeler, dört tarafında güzel yazılı Kur’an-ı Kerimler, gümüş aletler, gümüş şamdanlar, buhurdanlar, gülâbdanlar ve çerağlar ile bezemiş ve nice bin kıymetli kandiller ve sanatlı avizeler ile süslemiştir. Hazret-i Sultanu’l Ulemâ’nın sandukası hepsinden yüksek ve Molla Hünkâr’ın sandukası ondan alçak ve….” diye sanduka salonunu anlatan Evliya Çelebi’in sözlerine bugün eklenecek belki en önemli unsur, her şeyin tam da dediği gibi yerinde durmakta olduğudur.
Sandukaları çevreleyen gümüş parmaklık şebekeler ile yüksek sanat eseri şamdanlar hiç kuşkusuz yeşil örtüler altındaki devasa lahitlerin ihtişamını büyütüyor. İçeride geçirdiğim birkaç saat içinde o kadar çok kişi gelip gitmişti ki gökyüzünde yıldızlar gibi sürekli bir döngü içine girmiştik. İçeri giren herkes sandukaların yanı sıra yürüyerek tam Mevlana makamının karşısındaki semahaneye geçiyor, orada oyalandıktan sonra aynı şekilde çıkıyordu. Belli ki bu ziyaret akışı gün boyu sürüp gidecekti.
Ben çıkarken yeni gruplar girdi. Kapının önü kalabalıktı. Türbe önünde fotoğraf çektirenler, girişteki hediyelik eşya mağazasından alışveriş edenler, avludaki küçük kafede türbeyi seyrederek kahve içenlerle birlikte sabah girerken içinden geçtiğim tenhalık sona ermişti.
Çevrede çok sayıda hediyeli eşya dükkanları açılmış, irili ufaklı dönen derviş figürleri üretilerek satışa sunulmuştu. Mevlana Kültür Merkezi’ne doğru yürümeye başladım.
Yol Geniş bir bulvarda rahat kaldırımlara yaslanmış birkaç tane eski Konya evi kalmıştı. “Evliya Çelebi sokak” yazan tabelayı görünce yolu biraz uzatma pahasına saptım. Hacı Veis Camii’nden sonra boş bir arazinin ortasından geçen yol, gelip lüks bir Dünya markası otelin arka cephesine dayandı. Bu otel ile Mevlâna Kültür Merkezi karşı karşıyaydı.
Şeb-i Aruz törenlerinin gerçekleştirildiği, aynı zamanda araştırmaların yapıldığı, çeşitli etkinliklerin planlandığı merkez devasa bir yapıydı. Aslında külliye demek daha doğru olacak çünkü çok geniş bir alana yayılmış binalar ve açık alan düzenlemeleriyle birlikte özenli ve gösterişli bir tasarımın eseriydi.
Kültür Merkezinde günün bu erken saatlerinde sadece çalışanlar vardı. Yaklaşan etkinlikler için yoğun bir faaliyet sürüyordu. Her yıl Konya’ya törenleri izlemek için dünyanın dört bir tarafından gelen misafirler, devlet yöneticileri ve siyasi parti temsilcileriyle birlikte Konya’nın nabzı burada atıyordu.