Close
Devrimin 100. yılında St. Petersburg (1. Bölüm)

Devrimin 100. yılında St. Petersburg (1. Bölüm)

Avrupa’da “Büyük”, Türkiye’de “Deli” sıfatıyla tanınan Çar Petro kurdu St. Petersburg’u…

Rusya’nın batıya açılan büyük kapısı oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanları büyük düşman gören Ruslar, “burg” ekini değiştirdi. O, artık Petrograd’dı. Ama aynı tarihlerde 20. yüzyılı derinden etkileyen Ekim Devrimi’nin de merkezi oldu ve iktidarı alan Bolşevikler ona önderlerinin adını verdi: Leningrad. Atlas, 1917 Ekim Devrimi’nin 100. yılında Rusların Sankt Peterburg dediği kenti, devrimin izlerini sürerek geziyor.

Ahmet Hamdi Tanpınar, Paris’ten Adalet Cimcoz’a yazdığı bir mektupta, “İki hasretim vardı. Paris ve güzel kadın. Buraya geldim, ikisini de kaybettim” diyordu. Basit bir cümle aslında. Hem Paris’e, hem de güzel kadınlara kavuşunca, iki hasretini de kaybetmiş oluyorsun. Bu cümleyi hafızama kazıyan iki neden var. Birincisi yanıtını asla veremediğim bir soru: Bir insan, bir kadına mektup yazar da “güzel kadına hasretim” derse, bu o kadın tarafından nasıl algılanır?

Çözmesi zor. Rahmetli Adalet Hanım’ın bildiğimiz anlamda “plastik güzellerden” sayılmayacağın aşikâr, ama onun da elbette kendince güzel bulduğu yönleri olmalıydı, acaba bu mektubu okurken ne düşünmüştü? İkincisi ise bu sözlerin birinci bölümünün benim açımdan St. Petersburg için geçerli olmasıydı.

St petersburg Rusya

Benim için her zaman düşsel bir kent oldu, Petrograd, Leningrad ve nihayetinde St. Petersburg. Puşkin’in, Dostoyevski’nin, Turgenyev’in, Gogol’un, Çaykovski’nin, Rimsky-Korsakof’un, Anna Ahmadova’nın, Lenin’in, Troçki’nin, Büyük Ekim Devrimi’nin, Hermitage’ın büyülü kenti. Nihilistlerin, anarşistlerin depresif anası. Doğunun Venedik’i, Paris’i, Floransa’sı. Duru tenli, iri mavi-yeşil gözlü, sarışın, çeneleri gururla havaya kalkmış asil güzel kadınların kenti. Neva Nehri’nin Baltık’la öpüşmesinden doğan nazlı bir kız. Ancak Petersburg’a kavuşmak bende, Ahmet Hamdi’deki gibi bir ‘kayba” yol açmadı. Kalbimdeki müstesna yerini koruyor.

Rus İmparatorluğu’nun başkenti, batılıların “Büyük”, bizim ise “Deli” sıfatıyla tanımladığımız Çar Petro tarafından kuruldu. O vakitler adı doğal olarak kurucusunu anıştıracak biçimde Petersburg idi.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, kentin ismindeki “burg” ekinin Almancadan gelmesi, “yerli ve milli” politikalar izleyenler için sorun teşkil etti. Almanya, savaştaki en büyük düşmandı ve kentin adı ilk kez bu nedenle değişti ve Ruslaştırıldı: Petrograd.

Kentin adı Bolşevik Devrimi’nin ardından 1924 yılında bir kez daha değişecek ve bu kez Leningrad olacaktı, ama onun ömrü de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla sona erecekti. Kentin adı artık Ruslar gibi söyleyecek olursak Sankt Peterburg!

“Deli” Petro’nun kenti

Çar Petro, lakabı gibi “büyük bir devlet adamı” idi. Bizim ona “deli” lakabını takmamızın nedeni de sanırım onun bu büyüklüğünü anlayamayıp, “delilik” olarak görmüş olmamız. Şehir kurulduktan sonraki 200 yıllık döneminde, tıpkı devrim öncesi Paris’te olduğu gibi keskin biçimde tanımlanmış sosyo ekonomik bölgelere bölünmüştü.

Deli Petro Çar Petro

Vasiliyevski Adası ile Neva’nın sağ kıyısında kalan kentin merkez semtleri ile nehirden Obvodni Kanalı’na kadar nehrin sol yakası üst ve orta sınıfın yaşadığı bir bölgeye dönüşmüştü. Merkez semtler çar ailesi ve aristokratlara ait rokoko ve neoklasik saraylar, imparatorluğun görkemli idari yapıları, İsaak ve Kazan katedrallerini barındırıyordu. Bu binaların çoğu bugün de ayakta duruyor, St. Petersburg’a o muazzam romantik havasını veriyor.

Nevski Prospekt, bugün olduğu gibi kurulduğu yıllarda da kentin en geniş ve “iyi” caddesiydi. Nevski Prospekt’te yürürken Gogol’un romantik hayalcilerini, delişmen ve kaba maceracılarını, büyüklük kompleksinden tımarhaneye düşen memurlarını kanlı canlı karşınızda görürseniz, sakın şaşırmayın. Dostoyevski’nin şimdi bir müze haline getirilen evi de öyle. Çalışma masasının üzerinde hayatının bir bölümünü kumar masalarında kaybeden büyük yazarın zarları hâlâ atılmayı bekliyor.

Suç ve Ceza’nın yazıldığı odadaki saat yazar öldüğünde kızı tarafından durdurulmuş, hâlâ o anı gösteriyor. Biraz bekleyebilirseniz kiliseden çıkınca çay içmeye eve gelecek Alyoşa Karamazof’u da görebilirsiniz sanki. Raskolnikov’un izini sürmek isterseniz biraz dolanmanız gerekebilir ama. Raskolnikov, Dostoyevski’nin büyük eseri Suç ve Ceza’nın topluma başkaldırmış nihilist kahramanı. Yoksul düşmüş bu genç, yaşamın gerçeklerinden koparak her şeye akıl düzeyinde bakan, yüce amaçlar için gerekiyorsa her türlü ahlak dışı araca da baş vurmanın meşru olduğunu düşünen birisidir. Bu yüzden yaşaması için hiçbir akılcı sebep bulamadığı aptal, sağır ve hasta bir tefeci kadını öldürür. Hapiste geçireceği yıllar ona, gerçek mutluluğun sadece akla dayanan bir yaşam anlayışıyla değil, düşünsel kibirden kurtulmayı da sağlayan çileler çekilerek bulunabileceğini öğretir.

Dostoyevski’nin romanında cinayetin işlendiği yer olarak anlatılan Griboedova Kanalı kıyısındaki 104 numaralı dev binanın iç avlusuna, geçerken insanın içini ürperten bir “tünel”den giriliyor. Rusya’nın birçok kentinde örneğini görebileceğiniz bir mimarisi var binanın. İri tekir bir kedinin önüm sıra meydan okurcasına yürüdüğü bu tünelden geometrisi ters açılarla çarpılmış bir avluya çıkılıyor. Avlunun mimari yapısı Dostoyevski’nin neden bu binayı seçtiğini de açıklıyor sanki. Bu binada yüzlerce ev var. Neresinden bakarsanız bakın binada en az 600-700 kişi yaşıyor olmalı. Ama öyle dramatik bir sessizlik var ki, sanki büyük bir apartmanın avlusunda değil de bir cezaevinin tecrit hücresindeymişsiniz duygusu uyanıyor içinizde. Beş numaralı girişten merdivenlere doğru yürüyüp, üçüncü kata çıkarsanız, sol taraftaki 74 numaralı daireyi bulacaksınız. Şimdi kimin oturduğunu bilemediğim dairenin kapısı sanki geçmişte işlenen bir büyük suçun tekrarını önlemek istercesine takviye edilmiş. Büyük Rus coğrafyasındaki evlerin çoğunda görebileceğiniz, üzerinde üç kilit yuvası olan boyanmamış ahşapla kaplı bir çelik kapı bu. Zili çalmaya kalkmayın sakın. Hatta bana sorarsanız bir yabancı olarak benim de aslında yapmamış olmam gereken şeyi de yapmayın, binanın içinde dolaşmayın ki, soluğu bir Rus karakolunda almayasınız.

Bu kent belki de dünyanın en büyük açık hava müzesi. 1700’lerde bizim “deli” dediğimiz Büyük Petro’nun emriyle kurulmaya başlanmış, bizim “erkek delisi” unvanına layık gördüğümüz Büyük Katerina’nın ellerinde büyümüş bir müze-kent.

Bir kentin bütün özelliklerini koruyarak üç yüz küsur yıldır hiç değişmemesi mümkün mü? Evet, burada mümkün olabilmiş. Ne Napolyon ve Hitler ordularının gözü dönmüş saldırganlığı, ne de Stalin’in paranoyak gücü bu kenti değiştirmeye yetmemiş. Ankara gibi “yeni” bir şehri bile 75 yılda üç kere yıkıp yeniden yapmayı başarmış bir ırkın ahfadı olarak bize çok yabancı bir durum elbette.

100 Ekim sonra

Sankt Peterburg’u ya da batıda söylendiği gibi St. Petersburg’u bu yıl gündeme taşıyan şey ise Bolşevik Devrimi’nin (Büyük Ekim Devrimi diye de anılır) 100. yıldönümü. Dünyayı sarsan bir devrime sahne olan bu kentin sokaklarını dolaşırken, Ekim (miladi takvime göre kasım) Devrimi’nin izini de sürebilirsiniz. Devrime giden yolda Lenin ve beraberindekileri Finlandiya’dan getiren tren Petrograd’ın kuzey ucundaki Ormancılık Enstitüsü’nü çevreleyen bakımlı ormanın içinden geçerek Sampsonevski Parkı’nı kat etti, devrim öncesi büyük grevlere sahne olan fabrikaların arasından geçerek Finlandiya İstasyonu’na girdi. Lenin’i St. Petersburg’a ikinci gelişinde karşılayan kimse olmamıştı. Oradan zor bela bulunabilen bir taksi ile Kşesinskaya Malikanesi’ne geçtiler. Çar II. Nikola’nın sevgilisi, Marinski Balesi’nin baş balerini Mathilde Kşesinskaya için yaptırdığı bu malikâne Şubat devrimi sırasında boşaltılmış ve Bolşeviklerin karargâhı haline getirilmişti. Bina kritik bir konumdaydı: Potrus ve Paul Kalesi’ne ve o yıllarda ateşli politik toplantılara sahne olan Cirque Modern binasına taş atımı mesafesindedir.

Lenin’in binaya varmasının ardından Kronştad denizcileri, Taurida Sarayı’nı ele geçirdiler. Sözü devrim günlerine getirmeden önce önemli bir tarihe sahip iki yapıyı daha anmakta yarar var: Döneminin en büyük katedrali olan St. Isaac ve Aleksandr Nevski Manastırı. Kerenski’nin, “gerici” gösterilerinden en önemlisi olan, olaylar sırasında hayatını kaybetmiş Kazak askerlerin cenaze ve mezarlık törenleri buralarda yapılmıştı.

Bu arada Bolşevik Petrograd Komitesi’nin çalışmalarını sürdürdüğü Kşesinskaya Malikânesi de hükümet tarafından geri alınmış, Bolşeviklerin bütün belgelerine el konulmuştu. Bolşevikler bunun ardından asil ailelerin kız çocuklarının okutulması için yaptırılmış olan Smolni Enstitüsü’nü kendilerine karargâh yaptılar.

Bolşeviklerin St. Petersburg’u

“Yoldaşlar Petregrad Sovyeti işbaşındadır” sözünün söylendiği balkon, devrimin dakika dakika planlandığı çalışma odası. Her şey o ekim günündeki durumuyla muhafaza ediliyor. Lenin’in kullandığı basit çalışma masası, masanın üzerindeki dosyaları, tabancası, deri kasketi.

Devrim öncesinde düzenlenen Demokratik Devlet Konferansı’nın düzenlendiği bina ise şimdi Puşkin Tiyatrosu olarak bilinen, Aleksandriski Tiyatrosu’dur. Bir diğer önemli bina ise Kuzey Bölgeleri Sovyetler Kongresi’nin toplandığı sırada siyasi mahkûmların açlık grevine başladığı Crosses Cezaevi’dir.

Artık devrime günler kalmıştır ve bu haberin duyulması kentteki siyasi tansiyonu alabildiğine yükseltmişti. 22 Ekim’de, Neva’nın sağ kıyısında yer alan Halk Evi’nde Troçki’nin yaptığı ateşli konuşmayı dinlemek için fabrikalar ve askeri garnizonlar adeta boşalmış durumdaydı. 23 Ekim’de Askeri Devrimci Komite, Peter Paul Kalesi ile hemen yanındaki Kronwerk Cephaneliği’ni ele geçirdi. Kale, Kışlık Saray’a tepeden bakan kritik bir konuma sahip. Kerenski de artık ayak sesleri iyice güçlenen devrimi durdurmak için son bir hamle yapmıştı.

Neva üzerindeki Liteini, Troitsi ve Nikolaevski köprüleri açılmış, hükümet güçlerinin kontrolü altındaki Saray Köprüsü, Neva üzerinde açık kalan tek geçiş haline gelmişti. Amaç, Neva’nın sağ yakasındaki işçi mahallelerinden gelecek işçilerin önünü kesebilmekti. Ancak bu işe yaramadı. 25 Ekim günü sabaha karşı 2 sularında Nikoalevski İstasyonu ve Petrograd Elektrik İstasyonu ele geçirildi.

Sabaha karşı saatler 3.30’u gösterirken Aurora zırhlısı, hâlâ hükümetin kontrolünde olan Nikoalevski Köprüsü’nün yanına demirlemişti. Son noktayı koyan askeri operasyon da bu zırhlının dev toplarını kurusıkı ateşlemesi oldu. Atış kurusıkıydı ancak patlama sesi öylesine etkili oldu ki, Peter Paul Kalesi’nden yapılan diğer atışlarla birlikte artık Bolşeviklerin önünde hiç direnç kalmayacaktı.

Bir dergi yazısı içinde bu devrimin adım adım nasıl geliştiğini, hangi kritik kararların alındığını, Kerenski hükümetinin yaptığı hataları tek tek sayabilmenin olanağı yok. Ben burada Petersburg’u gezerken devrimin izini sürmek isteyenlere küçük bir rehber yazmaya çalıştım. O günlerin gelişmelerini bir polisiye roman tadında anlatan bir kitabı meraklılara önermek istiyorum ki ben de Petersburg’a giderken o kitabı okumuştum. (Alexander Rabinowitch, Bolşevikler İktidara Geliyor–Petrograd’da 1917 Devrimi.)

şan bu malikâne, şimdi bir müze. Malikâne, çar yanlısı zengin bir aileye ait. Devrimden sonra Rusya’yı terk etmişler. Evde sadece yaşlı bir kadın kalmış. Bolşevikler de onu, eve Lenin’in ihtiyacı olduğunu söyleyerek “ikna etmişler”. Evin eşyalarına dokunulmamış. Hatta Çariçe II. Katherina’nın bir tablosu bile hâlâ duvarda. Lenin’in yanındakiler tabloyu kaldırmak istediklerinde Lenin izin vermemiş; “hiçbir şeye dokunmayın, burası bizim evimiz değil” demiş.

Hasılı, yatağı, yemek masası, çalışma masası, banyosu, kütüphanesi, bastonu, paltosu, çizmeleri… Her şey yerli yerinde. Arada bir kız kardeşinin gelip Lenin için çaldığı piyano, üzerinde partisyonlarla birlikte duruyor. Lenin’in okuduğu son kitaplar, son notları, Moskova’yla haberleştiği telefon, İngiltere’de özel olarak yapılıp gönderilen otomobil, akülü tekerlekli sandalye, ölümünden sonra çıkarılan ellerinin ve yüzünün maskı… Karısı Krupskaya’nın odası ve çalışma masasını da unutmayalım. Herhangi bir Moskova rehberinde kolay kolay bulamayacağınız bu ev, Lenin’den geriye kalan en zengin “arşiv” olsa gerek.

100 yılın yorgunluğu

Rehberlerimize Ekim Devrimi’nin tarihine dair mekânları merak ettiğimizi söylediğimizde bize uzaydan gelmişiz gibi baktılar. (Haksızlık yapmayayım; Gazella Tur ile gittiğimiz St. Petersburg’da rehberlerimiz Svetlana ve Azer, Moskova’da Gazi ve İldar, ellerinden geleni yaptılar ve bize çok yardımcı oldular. Sağ olsunlar.)

Rusya’da tartışmasız bir Putin egemenliği hâkim. Birleşik Rusya Partisi 2016’daki son Duma (parlamentonun alt kanadı) seçimlerinde oylarını bir önceki seçimlere göre yüzde beş artırarak yüzde 54.2’lik bir oy oranına ulaştı. Komünist Parti ise yüzde beş oy kaybetti; oy oranı yüzde 13.3’te kaldı. Bir de Rusya Komünistleri isimli parti var; onun oy oranı da yüzde 2.27.

Öte yandan “Rusya tarihinin en sevilen lideri” gibi bir kamuoyu yoklamasında Stalin açık ara önde çıkıyor (Lenin, tarihin çok eski sayfalarında kalmış, unutulmaya yüz tutmuş bir figür). Bu ironik sonucun gerisinde, İkinci Dünya Savaşı’nda Rusya’yı Alman işgalinden kurtardığı inancı var. Sadece bu da değil. Özellikle yaşlı kuşaklar, Sovyetler’in yıkılmasından sonra maruz kaldıkları yoksulluğun verdiği hüzünle, evlerine her gün salam ve votka götürebildikleri “eski güzel günleri” özlüyor.

Putin hakkındaki genel yargı, 1990’dan sonra dağılmakta olan Rusya’yı yeniden ayağa kaldırdığı yönünde… Muhaliflerine aman vermediği konusunda hemen herkes hemfikir, ama bu durumun Rusya tarihinde “anormal” bir yanı yok.

Sonuç olarak… İnsanlık tarihinde yeni bir parantez açan ilk sosyalist devrimin 100. yıldönümünde, devrimin ayak izlerinden geriye fazla bir şey kalmamış. Olanı keşfetmek gibi bir niyetiniz varsa, Rusya’ya gitmeden önce sıkı bir ön çalışma yapmanız lazım. Standart tur paketlerinin, “mutlaka görülmesi gereken yerlerle ilgili gezilerine” elbette katılın ama Ekim Devrimi tarihinin peşine düşecekseniz, ya da Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı romanının kahramanı “Raskolnikov’un karanlık dünyasını” tanımak isterseniz, özel zaman ayırmanız gerekecek. Kolay değil ama denemeye değer. En azından, sonu gelmez sarayların göz kamaştırıcı ama uçucu ışıltısından daha hakiki.

Yazan: MEHMET Y. YILMAZ

ATLAS DERGİSİ, EKİM 2017, 295. SAYI

Close