Hıdırlık Tepesi’nden bakınca vadi tabanına doğru serpilmiş turuncu kiremitlerle göz alabildiğine uzanan şehir, sessizlik içindeydi. Vakit öğlene yakın olmalıydı ki çarşının çekiç sesleri kesilmiş, alevlerin ağzından aldıkları ejderha dili gibi yanan demirleri sabahtan beri çekiçlemekten yorgun düşmüş ustalar, körüğü örsü bırakıp namaza gitmişlerdi. Her türlü üretim aletini, edevatı, günlük kullanım eşyasını ve hayatı güzelleştiren bilcümle nesnelerin topunu birden imal eden çarşı suskunluğa bürünmüştü. Dokumacıların ayak pedalıyla çözgü döndürürken çıkardıkları ritmik tıkırtılar kesilmiş, ipler arasından sürtünerek geçen boynuz mekiklerin hışırtısı dinmişti. En hasından tiftik eğiren yünlü dokuma ustaları, dükkânlarını kapatmıştı. Kallavi sinilere kalem işi ince nakış çeken ustaların küçük çekiçlerinden gelen tıkırtılar, Bakırcılar Çarşısı’nın dar sokaklarından çekileli çok olmuştu. Nalbantlar Çarşısı’nda kişneme duyulmuyor, demir mıhları beygirin tırnağına çakan iri yarı nalbantların her çekiç indirişte güçlü hançeresinden çıkan “hıh” sesi çoktandır işitilmiyordu.
Yüzlerce yıldır tüccarları, meraklı alıcıları ve her dilden ve dinden müşterileri ağırlayan çarşı, sadece Beypazarlıların ihtiyacını karşılamakla kalmamış, ürettiği ne varsa hepsini bütün memlekete satmış, hatta en has tiftik ürünlerini denizaşırı ülkelere ihraç etmişti. Bereketli topraklardan aldıkları ürünü işleyen zanaatkârların becerikli ellerinden çıkan ürünler sayesinde ticaret artmış, şehir zenginleşmişti.
Beypazarı’nın orta yerindeki eski çarşıdan yükselen sesler günün ilk saatlerinden başlayarak Hıdırlık Tepesi’nde yankılanır, bütün vadiyi dolaşarak dar sokaklara gire çıka Beypazarı’nın ruhunu yaratırdı.
Çarşı esnafı öğlen vakti geldiğinde dükkân girişine ince bir çubuk yatırarak “kapalı” der, ustalar ise tek bacağı kırık tabureyi girişe koyarak “yokum” işareti verirdi. Dikiciler sırım kesmez, zahireciler kantara buğday dökmezdi. Kunduracılar ahşap topuzlu bizlerini güderiye saplayıp öylece bırakırdı. Saraçlar, balmumu çektikleri ipleri tezgâha, yemeniciler balta ağızlı kösele bıçaklarını bileyi taşına yatırırdı. Çilingirler tezgâhtaki asma kilidin son mıhını vurmadan kenara koyar, çarşı sessizleşmekle kalmaz âdeta ıssızlaşırdı.
İşte o saatlerde Karcıkaya Tepesi’nde yağlı kâğıttan yaptıkları uçurtmaları yarıştıran çocukların sevinç çığlıkları duyulmaya başlardı. Uçurtmalar, şehrin eski mahallelerinden bugünkü adıyla Cumhuriyet, İstiklâl, Zafer ve Beytepe Mahalleleri’ne ulaşır, kuş bakışı görünen eski çarşının semalarında gezinirdi…
Bütün bunları anlatarak Beypazarı Çarşısı’nın geçmişini bir masal üslubuyla canlandıran yaşlı kişi, közde pişmiş kahvenin telvesini şöyle bir çalkaladıktan sonra son yudumu aldı. Çarşının ortasındaki küçük kahvehanede oturuyorduk. Hava soğuk, yağmur kuvvetli, taş döşenmiş dar sokaklar kaygandı. Soluklanmak için girdiğim mekân, çarşının orta yerindeki iki sokağın kesiştiği köşeye yerleşmiş küçük bir yerdi. Girişin hemen solundaki davlumbazlı ocakta odun kömürüyle mis gibi kahve pişiriliyor, isten kararmış cezveden gelen kokular, iki sokak öteye ulaşıyordu. Ben de o kokunun izini sürerek gelmiş, yağmurluğu çıkarmadan okkalı bir kahve söylemiştim.
Karşımda oturan yaşlı kişi, belli ki benim gibilere alışkındı. Beypazarı bir süredir sadece yakın illerde yaşayanları değil uzak beldelerde yaşayan meraklıları, hafta sonunu hoş geçirmek isteyenleri, mutfaklarında farklı tatlar bulundurmayı sevenleri, fotoğraf düşkünlerini ve çeşitli üniversitelerden araştırmacıları da kendine çekiyordu. Yöre halkı, benim gibi gelip çarşıda gezinen, etrafa merakla bakınarak ona buna sorular soran çok insanla karşılaşmıştı. Nitekim kırçıl sakallarını özenle taramış yaşlı kişinin anlattığı Beypazarı hikâyesi de bir hayli süzülmüş tanımlar ve yorumlarla bezeliydi.
Bir zamanlar Beypazarı Çarşısı’na Ankara tarafından gelen kervanların yolcuları, Kumsüren Bağları’nın arasındaki dar yoldan geçerken, asırlık kütüklerin bereketli salkımlarına hayran kalırlarmış. Mevsim bağbozumuysa eğer, bugün de çarşının gözdeleri arasında olan cevizli sucuğun tazesini almak için can atarlarmış. Boğazkesen Türbesi’nin yanından dolaşarak İnözü Deresi üstündeki Derbencik Köprüsü’nü geçen kervanlar, Nuri Efendi Konağı’nın az ilerisinden sola döndükten sonra çarşı başına gelirmiş. Bir ucu İstanbul’a, öteki ucu Bağdat’a bağlanan ve Anadolu tarihinin en eski ticaret yollarından biri olan bu cadde, çarşıya yakın hanların önünden geçermiş. Alaeddin Camisi’ne doğru yönelen iki düzine deveyle kervan düzüp gelmiş büyük tüccarlar, bu hanlardan birine girip yerleşirmiş. Tiftik, sof ve bürgü alışverişine başlamadan önce hamamlar tüccarları, seyisleri ve kervancıları yıkayıp paklayarak şehre hazır hâle getirirmiş.
GALERİ
Bereketli topraklar, bereketli ticaret
Beypazarı gayet korunaklı bir coğrafyaya yerleştiği, muhkem bir tepenin yamacına kurulduğu için, hayli eskilere uzanan tarihi boyunca hemen her dönem ticaret yollarının üstünde olmuş.
Şehrin çevresinde bereketli topraklarda yetişen tahıl da, bağ bostan da kendine yettiği gibi payitahta bile nasip olurmuş. Beypazarı’nda eski zamanlardan beri üzümü, cevizi, buğdayı, eti işlemeyi bildikleri için, mamul hâle gelen hem lezzetli hem dayanıklı ürünler uzak illere kadar yollanırmış. Tıpkı bugün olduğu gibi o zamanlar da kuyumcuların altını, gümüşü, ince teller çekip bükerek, kıvırarak yaptıkları takılar dillere destanmış.
Günümüzde özellikle hafta sonları gayet hareketli olan çarşı kurulmadan, hatta şimdiki Alâeddin Camisi sağlam taş duvarlarla inşa edilmeden önce de aynı yerde zengin bir pazar açılırmış. Rivayete göre, çarşının temeli atılacağı zaman ahali, sularının bulunmadığından şikâyet edince, Selçuklu Sultanı Alaeddin’in veziri Rüstem Paşa inşaatı durdurup pazarın hemen yamacına en makbul kaynaklardan gelen şifalı suları çektirerek bir hamam kurdurmuş. Bu hamam, Beypazarı’nın bugün de çalışan en eski hamamlarından biri.
Yakındaki Sulu Han ise bir zamanlar Beypazarı’nın en ihtişamlı yapılarından biriyken bugün terk edilmiş hâlde duruyor. Birkaç yıl önce başlayan restorasyon çalışmaları, yılan hikâyesine dönmüş.
Sulu Han’ın anıtsal kapısı yerli yerinde duruyor. Yüksek eyvan yolcuları karşılamaya hazır bekliyor, demir kabaralı heybetli kapının üstündeki taşa işlenmiş çatallı kılıç ise hâlâ caydırıcı bir sembol olarak emniyet telkin etmeye çalışıyor. Bu han adını, avlunun ortasındaki süslü şadırvandan gürül gürül akan sudan almış.
Sulu Han, Beypazarı’nın kayıtlara geçmiş beş hanından en büyük olanı. 1600’lerin hemen başında inşaatı tamamlanmış. Alt katında bir kısmı avluya bakan, bir kısmı dış cepheye açılan dükkânlarla birlikte büyük bir çarşı kompleksi görünümünde. Eskiden dış cephedeki dükkânlar, şehrin itibarlı tüccarları tarafından kullanılırmış. Alt katlarındaki depolar sayesinde ise mallar güvenle saklanır, börtü böcekten korunur, yılandan fareden zarar görmeden tüccara ulaşırmış.
Anadolu Hanları konusunda yapılan araştırmalarda belirtildiğine göre o dönemdeki hanların odaları birbirine benzerdi. Hepsi gayet sade, hatta sadece dört duvardan ibaretti. Ender de olsa bazılarında eşya koymak için duvarda bir niş açılır, bazılarında ise içeriye ocak yapılırdı. Bu hâliyle bütün odalar farklı maksatlarla kullanılabilir, hem konaklamak için, hem depo olarak ya da atölye yapmak için kiralanabilirdi.
Beypazarlı tüccarlar, başta Sulu Han olmak üzere şehrin büyük hanlarında mekân sahibiymiş. Tiftik ticaretinden sof imalatına, ipek bürgüden gülserli kilim satışına ve pirinç toptancılığına kadar pek çok alanda ticaret yaparlarmış. Bir dönem şehrin en zenginleri, tiftik ticareti yapanlar ile pirinç ticaretiyle uğraşanlarmış. Şehre gelen her yabancının -ister ilk kez görüyor olsun, isterse defalarca orasından burasından bakmış olsun fark etmez- sokaklardan geçerken hayranlıkla seyrettiği köşkler, genellikle büyük aileleriyle birlikte yaşayan tüccarlara, şehrin yöneticilerine, kuyumculara, maharetli ustalara ve bağ bahçe sahiplerine aitmiş.
Beypazarı’nın bugünkü güzelliğini veren ve uzak illerden bile ziyaretçi çekerek çarşının yeniden canlanmasını sağlayan zarif evleri, şehrin zenginliğini dışa vurduğu kadar bir dönem sahip olduğu kültürü de yansıtıyor. Evlerin alt katları taştan örülmüş, üst katları ise ahşap iskeletin arası kerpiçle ya da kaba işlenmiş odunla doldurularak yapılmış. Bu evlerin en belirgin özelliklerinden biri, “şamdolma” denilen, aynı zamanda “tatlı kireç” diye bilinen malzemeyle hazırlanan sıvayla kaplanmaları.
Evlerin girişi genellikle sokağa açılıyor, sadece birkaçında küçük bir avlu ya da bahçe bulunuyor. Genellikle üç katlı yapıların en üstünde “guşgana” denilen çıkmalı bir bölüm yapılıyor ve burası genellikle depo olarak kullanılıyor.
Tiftik ticaretinden turizme ekonomik evrim
Çarşının bir ucuna vardığımda akşam oluyordu. Dükkânların çoğu açıktı. Bir saat kadar önce Belediye binasının alt katındaki Kuyumcular Çarşısı’ndan çıkıp buraya gelene kadar birlikte yürüdüğümüz Yaşar Kurtuluş, şehrin uzak tarihinden başladığı küçük konferansı tamamladığında Bedesten’in kapısına dayanmıştık.
Buraya gelirken, geniş bulvarda arabalara çiğnenmemek için birbirimizi kollayarak karşıdan karşıya geçmek pek kolay olmamıştı. Şehrin “modern” çarşısındaki aydınlık vitrinli büyük mağazalarda akşam alışverişi bütün hızıyla sürüyordu.
Beypazarı Bedesteni ve eski çarşı ise çoktan kapanmış, dükkânlar karanlığa çekilmişti. Yaşar Kurtuluş, 1850 yangınıyla beraber şehrin tarumar olduğunu anlatırken şimdi zevkle seyrettiğimiz şahane evlerin yangın yerlerine Safranbolulu ve Beypazarlı ustalar tarafından yeni baştan yapıldığını söylüyor. O yangın, şehrin tarihte geçirdiği ilk yangın değil. Sık yaşanan afetlerin sonuncusunun ardından çarşı baştan sona elden geçirilmiş, yeniden kurulmuş. Kayıtlara geçen yedi büyük yangından her biri büyük zarar açmış. Her seferinde şehrin ekonomisi ve sosyal hayatı ciddi sarsıntılara uğramış. Yapıların ahşap malzemeyle inşa edilmesi, dar sokakların acil ulaşım için elverişsiz olması, en ufak yangının bile büyük bir felakete dönüşmesine sebep olmuş. Buna rağmen şehirde bir itfaiye teşkilatı kurulmamış, amatör tulumbacılar taşıma suyla yangınları söndürmeye çalışmışlar. Depremler ve sel felaketleri de çarşıyı yerle bir eden sebepler arasında gösteriliyor. Ancak şehrin her dönemde toparlanmasını sağlayan en önemli unsur, sadece biriktirdiği zenginlikler değil, üretim kalemlerinin çokluğu ve ticari kapasitesinin büyüklüğü olmuş.
Bir zamanlar nadide ticari mal olan tiftik üretimi sadece İç Anadolu’da, Ankara ve civarında, bilhassa Beypazarı’nda yapılırmış. Tiftik, günümüzde endüstriyel bir ürün değil artık, Beypazarı Çarşısı’nda da hasına rastlanmıyor. Üretimi gibi pazarlaması da uzun süre önce tavsamış. Buna rağmen Beypazarı, ticaretin sağladığı birikimle ortaya çıkan güzel kent dokusunu pazarlayarak yeni bir ekonomi yaratmaya, altın çağlarına yeniden kavuşmaya çalışıyor.
Beypazarı Çarşısı’nda bugün üretilen mallar, günümüz dünyasında kayda değer bir ticari hacme sahip değil. Buna rağmen şehir, gerek sahip olduğu estetik görünümle gerek insani hazlar ve hassasiyetler taşıyan geleneksel kent yerleşiminin sağladığı atmosferle gerekse lezzetli mutfağını tarihsel doku içinde sunma becerisiyle güçlü bir çekim alanı yaratmış. Beypazarı’nın çarşı ve pazarları, hafta sonları kente gelen, gerek konaklayan, gerekse günübisrlik ziyaretle yetinen misafirler sayesinde yeni bir pazar haline gelmiş.
Şehri birlikte gezdiğimiz Yaşar Kurtuluş, önünde durduğumuz kemerli taş kapıyı göstererek “Beypazarı Çarşısı’nda her şeyin başladığı ve bittiği yer burasıydı. Şehirde ticaretin nabzı burada atardı.” diyor. Beypazarı Bedesteni, yakın zaman öncesine kadar tiftik tüccarlarının da yün üreticisinin de iplik bükücüsünün de, sof dokuyucusunun da gözünü ayırmadığı tiftik borsası olarak çalışmış. Şehirdeki ticaret buradan hiza almış…
Bedestenin kapısında dikilmiş konuşurken Yaşar Kurtuluş, uzun uzadıya şehrin ve şehirdeki ticaretin tarihini anlattıktan sonra kemerli taş kapıyı göstererek bunları söyledi. Aslında o göstermeseydi ben bu kapının önünden hiç fark etmeden geçip gidebilirdim. O kadar gösterişsiz, hatta silik görünüyordu. Gerçi bütün bedesten, iki tarafına dikilmiş yüksek binaların arasında küçük kalmıştı ama yine de başka kentlerden bildiğim bedestenlerden çok daha mütevazıydı.
İçeri girdik. Hafif bir yay çizen, pek de uzun sayılmayacak dar bir sokaktı burası. Üstü açıktı. İki tarafa karşılıklı dükkânlar dizilmiş, farklı iş kollarından esnaf yerleşmişti. Bazı dükkânlar boştu. Bedesten, Demirciler Çarşısı’nın yanı sıra uzanıyor, Hanlarönü’ndeki kapısından girince, öteki ucundaki kapıdan Bostancılar Çarşısı’na çıkılıyordu.
Büyük ticaretin yapıldığı şehirlerde bir dönem inşa edilen bütün bedestenler gibi Beypazarı Bedesteni de, çarşının tam merkezine kurulan sağlam bir yapı tekniğine sahipti. Gayet korunaklı planlanmış, yangına, hırsıza, su baskınına karşı her türlü tedbir alınmıştı. Değerli malların alınıp satıldığı, saklanıp depolandığı bedestenlerde hem doğal afetlere hem de insan eliyle gelecek zararlara karşı gerekenler yapılmıştı. Çünkü yerine göre bütün çarşının evrakıyla birlikte tüccarların kıymetli kâğıtları da burada saklanırdı. Bedesten, hatırlı esnaflardan oluşan bir heyetin denetiminde ve sorumluluğunda çalışan bir nevi banka işlevi görürdü.
Beypazarı Bedesteni’nde dükkânlar sağlam duvarlarla birbirinden ayrılıyordu. İçlerinde nişler, kasa ve küp boşlukları vardı, altlarında mahzenler bulunuyordu. İki uçta körüklü ağır demir kapıları vardı. Kapılar akşamları kilitlenerek çarşı emniyete alınırdı. Bedestende mekân sahibi olan tüccarlar, şehrin en itibarlı kişileriydi ve “dolap sahibi” namıyla anılırdı.
Beypazarı’nda kapalı çarşı yoktu, yapılmamıştı. Yaşar Kurtuluş, “Bedestenle birlikte çarşının üstü de kapalı olsa, İstanbul Kapalıçarşısı’yla boy ölçüşebilir.” diyerek çarşının büyüklüğü hakkında bilgi veriyordu. Çoğu bedestende olduğu gibi burada da zaman zaman müzayedeler yapılır, tellalların marifetiyle kıymetli eşyalar açık artırmaya çıkarılırdı. Beypazarı sadece meşhur hamamları vasıtasıyla değil, hanlarında ve çarşılarında akan sularla da tanınmıştı. Bedestenin içinden İnözü’nden gelip Hacıkara bostanlarına akan su geçerdi.
Bedestende satılan tiftik, uzun süre bölgedeki yasal yün ticaretinin tek ürünü olmuştu. Yıllarca, yabancı tüccarlara ham tiftik satışı yasaklanmıştı. Ya eğrilip ip hâline getirildikten sonra satılır ya da dokunup sof kumaş hâlinde pazara çıkarılırdı. Özel olarak boyandıktan sonra dokunarak menevişli, hareli, muhayyer gibi adlarla piyasaya sürülen sof kumaşların bir dönem İngiltere’de moda olduğu, hatta Kraliçe I. Elizabeth’in 1583’te on iki tüccara Osmanlı ile sof ticareti yapma izni verdiği, bu amaçla Levent Company adlı bir şirket kurulduğu biliniyor.
Neydi sofu bu kadar kıymetli kılan? Ankara civarında yetişen bir tür keçi dışında başka hiçbir hayvandan elde edilemeyecek kadar yumuşak ve kaliteli tiftik yünü, dayanıklılığının yanı sıra sanatlı dokumaya da çok uygundur. Ayrıca iyi renk tutar ve kullanan kişide, ipekle temas sırasında uyanan hislerin aynısını uyandırır. Bu nedenle Beypazarı’nın yeniden uyanışına vesile olan zenginlik o günlerden mirastır. İncelmiş zevk sahiplerine özgü geleneksel mimari, musiki ve mutfak kültürü o bereketli günlerden kalmıştır.
Gerek tiftik keçisi üretimi, gerek tiftik yünü imalatı, gerekse sof kumaş dokuması 1929 krizi sırasında ağır bir darbe almış. Art arda gelen iflasların ardından önemli oranda kalite kaybı yaşanmış. Bugün Beypazarı’nda sof dokumanın da tiftik üretiminin de kayda değer varlığından söz etmek mümkün değil.
Beypazarı Çarşısı’nın güncel manzarası
Beypazarı Çarşısı, konum olarak eski yerleşimin ortasında olmakla birlikte, kentin geri kalanından oldukça farklı bir yapıya sahip. Çarşının sokakları birbirini dik kesen ızgara planda yapılmış. Şehrin geri kalanı ise yamaca yayılmış dar sokaklar nedeniyle düzensiz, hatta karmaşık bir yapıda.
Bugünkü çarşı, 1849 yılında adı kayıtlarda geçmeyen gayrimüslim bir mimar tarafından planlanmış. Sık yaşanan su baskınlarından korunmak için dükkânların zemini yüksek tutulmuş. 1900’ün başındaki kayıtları gösteren Ankara Salnamesi, Beypazarı’nda dört yüz elli dükkân, otuz mağaza, on fırın ve on han bulunduğunu belirtiyor. Beypazarı Belediyesi’nin yoğun bir faaliyet sonunda elden geçirdiği ve bugünkü görünümüne kavuşturduğu çarşıda ise yaklaşık altı yüz dükkân var. Eski dükkânların en belirgin özelliği kepenk sistemleri. Çarşı içinde terk edilmiş hâlde duran eski dükkânlarda görüldüğü gibi burada iki tür kepenk kullanılmış: Biri yana doğru açılan körüklü kepenk, diğeri ise yatay kapanan üç parçalı kepenk. Üç parçalı modelde üst parça gölgelik olarak açılıyor, malları yağmurdan ve güneşten koruyor, ikinci parça yola doğru doksan derece açılarak tezgâh hâline geliyor, alttaki üçüncü parça ise daima sabit kalıyor. Onarılan yapılarda geleneksel kepenk modellerine itibar edilmemiş.
Oldukça iyi planlanmış çarşının yerleşiminde ve çevresinde altı adet meydan bırakılmış. Gerçi meydan deyince öyle büyük alanlar akla gelmesin, sonuçta tam ortasından yirmi otuz adımda geçilecek büyüklükte meydanlar bunlar. Sığır Pazarı diye bilinen meydan, çarşı bölgesindeki en büyük alan. Develik Meydanı ise en fazla yirmi deve alacak büyüklükte. Bu alanlar küçük birer pazar yeri olarak tasarlanmış ve öyle bir konuma yerleştirilmiş ki her birine çok sayıda sokak açılıyor. Mesela İmaret Meydanı ve Köst Pazarı, sekiz yol kavşağında. Sulu Han Meydanı ki aynı zamanda Eski Hükümet Meydanı olarak da biliniyor, on yol kavşağında. Hanlarönü Meydanı ise on bir yol kavşağında. Bu hâliyle her meydan, aynı zamanda bir pazar yeri olarak kullanılan ve şehrin her yönüne kolayca ulaşım sağlanabilen bir kamusal alan durumunda.
Köylerden gelen üreticiler, hayvanları ve mallarıyla çarşamba akşamları şehre girer, hanlara yerleşerek ertesi gün açılacak Perşembe Pazarı için hazırlık yaparlarmış. Pazarın bereketi, malların zenginliği, açılacak tezgâhların sayısı, hatta fiyatlar konusunda bir gün önceden tahminde bulunan Beypazarlılar için bu nedenle “perşembenin gelişi çarşambadan belli olurmuş”.
Bugün Beypazarı’nda durum biraz daha farklı, “cumartesinin gelişi cumadan belli oluyor”. Çünkü şehir, çarşı-pazarın son yıllarda kazandığı kimlik nedeniyle hafta sonu hareketleniyor. Bu hareketlilik bir miktar geleneksel çarşının dar sokaklarında görülse bile daha çok Alaeddn Sokak’ta belirginleşiyor. İki tarafını bakımlı konakların çevrelediği hayli geniş bir meydan görünümündeki sokak, boydan boya tezgâhlarla doluyor ve öncelikle yerel ürünlerin satıldığı sergiler açılıyor. Beypazarlı kadınların hazırladığı mutfak ürünleri ile birlikte el işleri pazarlanıyor. Belediye marifetiyle bu pazarda satılan ürünlerin tümünün fiyatı sabit. Tıpkı lokantalarda olduğu gibi dükkânlarda ve tezgâhlarda da yüksek fiyatla ya da haksız rekabete yol açacak şekilde çok ucuza mal satılması yasak.
Geleneksel el sanatları daha ilerideki İmaret Meydanı’nda sergileniyor. Burada çevre dokusuna uydurulmaya çalışılarak yapılmış tek katlı küçük dükkânlarda atölyeler kurulmuş.
Bu atölye-dükkânlardan birinde dokuma ustası Emin Yıldırım çalışıyor. Çarşının en kıdemlilerinden sayılan 1938 doğumlu usta, aileden dokumacı. Yıldırım ailesi, Ahmet, Ali Hüseyin ve Selaker ustalarla Beypazarı dokumacılığında önemli bir yer tutuyor. Bir önceki kuşaktan devraldığı geleneğini sürdüren Hayati Erdemli de geleneksel dokumayı yeniden yaşatma gayreti içindeki ustalardan biri.
Emin Yıldırım, yaşına göre oldukça enerjik ve heyecanlı biri. Yeni dokuduğu bezleri raflardan indirirken nasıl çalıştığını coşkuyla anlatıyor, hayli zor bir tekniğin inceliklerinden söz ediyor. Gerçi atölyedeki tezgâhta inceden dokuduğu her örtü, baskısını yaptığı her bürgü, artık fabrikalarda çok daha düşük maliyetle ve daha zengin renklerle üretiliyor. Yine de genel kanı o ki, el işinin havası olmuyor hiçbirisinde. Belki de insanın gözü bu işlerde bütün ustaların aradığını arıyor, bir küçük hata bulmaya, mükemmel eserin has koşulu olan o huzur verici eksikliği yakalamaya çalışıyor. El işi ürünleri asıl değerli kılan şey, o küçük arızalar belki de.
Beypazarı Çarşısı’nda dolaşan kadınlar, başlarının üstünden şöyle bir atıp omuzlarından aşağı bıraktıkları bürgüleri birer tablo gibi taşıyorlar üstlerinde. Bu dokumalar, son zamanlarda Bursa’daki irili ufaklı fabrikalarda üretiliyor. El tezgâhlarında dokunmuş geleneksel bezlere ıhlamur ağacından kalıplarla teker teker desen basılarak nakışlanan bürgülerin üretimi hayli zor ve maliyetli olduğu için fabrikayla rekabet etmeleri mümkün olmuyor. Yine de Beypazarı Çarşısı’nda sabırla kendi dokumalarını üretmeye devam eden ustalar, yaptıkları işlere imzalarını atarak onları özgün birer eser seviyesine yükseltiyorlar. Kıymetini bilenler, onların işlerini koleksiyon parçası olarak alıyor.
1940 yılına kadar çarşıda çalışan yirmi bir dokuma atölyesindeki tezgâhların hem kaliteli hem güzel bürgüler ürettiğini anlatan Emin Yıldırım, ipek bürgü ve gelin bürgüsü üretiminin yanı sıra elbiselik “dag” ve “devrencik alacası” dokuduklarını da söylüyor. Ustanın hayali, yeniden bu dokumaları piyasaya verip meraklısının kullanmasını sağlamak. Çarşının bu sayede özgün karakterine kavuşacağını düşünüyor.
Turizm Geliştirme Derneği’nin çarşı içinde ofis olarak kullandığı çift dükkân, eski ustaların, emekli esnafın ve şehrin yaşlı kişilerinin buluşması için düzenlenmiş. Birlikte vakit geçirmelerini, soğuk kış günlerinde sıcak bir ortamda sohbet edebilmelerini sağlamak için döşenmiş. Turizm Derneği, Beypazarı’nda hızla gelişen turizmin ivmesini yükseltmek ve kalıcılığını sağlamak için çalışmalar yaparken, çarşının emektarlarını da unutmamış. Yaşar Kurtuluş ile gezinirken, yöneticisi olduğu derneğe uğradık. Demli çayımızı yudumlarken çarşı esnafının eskiden beri lokantalarda yemediğini, evden gelen yemeklerle öğleni geçiştirdiğini anlattı. Çarşıdaki mekânlar arasında közde çay ve kahve pişiren çayhaneler çevre esnafa servis yapıyordu. Eskiden her çayhanenin önünde çıngıraklar bulunur, sokak içlerine kadar uzanan bu çıngıraklar sayesinde esnaf, dükkânın önündeki ipi çekerek sipariş verirmiş. Beypazarı Çarşısı’nda ipli çıngıraklı haberleşme sistemi artık yok, ancak en hasından çay ve kahve usul usul közde pişiriliyor.
Çarşı içinde restorasyon çalışmaları devam ediyor. Dükkânların ön cepheleriyle birlikte boydan boya sokaklar elden geçiriliyor, altyapı tamamlanıyor. Çarşının bugüne kadar yarısından fazlası tamamlanmış ve çok sayıda dükkân yeni hâliyle çalışmaya başlamış. Bu kapsamlı onarım faaliyeti sadece çarşıda değil şehrin tamamında sürüyor. Beypazarı’nda 1999 yılında Belediye’nin öncülüğünde başlayan iyileştirme çalışması kapsamında üç bin beş yüz konaktan beş yüz ellisi onarılmış ve yeniden işlev kazandırılmış. Bu sayede 1999 yılında iki bin beş yüz kişinin uğradığı ilçeye 2007 yılında iki yüz elli bin ziyaretçi gelmiş. Şehir artık göç vermiyor, hatta işsizlik nedeniyle büyük kentlere gidenlerin bir kısmı geri dönmeye başlamış. Turizmin gelişmesiyle birlikte özellikle kadınların başarılı ticari girişimleri sayesinde geleneksel mutfak, ticari boyut kazanmış.
Şehir bir müzeler mekânı hâline gelmiş. El işi üretimle çarşı hareketlenir sokaklara kurulan pazarlarda canlı bir alışveriş yaşanırken, müzeler de kentin kültürel derinliğini yansıtan önemli bir işlev üstlenmiş.
Dillere destan Beypazarı mutfağı
Beypazarı’na özgü güveç, dolma, mumbar, havuç lokumu ve seksen katlı baklavanın patenti alınmış. Dillere destan Beypazarı mutfağının yemek ve tatlıları arasında çiğ börek benzeri yarımca, oğmaç çorbası, akpüskül üzümünün yapraklarından parmak kalınlığında sarılan dolma, un, süt, kaymak, tuz, yağ ve şekerle yapılan http://www.tumgazeteler.com/haberleri/hosmelim/ höşmelim tatlısı; yufka ve cevizle yapılan, yağda kızartılan perçem tatlısı başta geliyor.
Beypazarı’ndaki yeni ticari döngünün içinde kadınların yeri sadece mutfakla ve mutfak ürünleriyle sınırlı değil, diğer el sanatlarında ve çarşıdaki işletmelerde de varlıkları hissediliyor. Beypazarı Çarşısı kayda değer oranda kadınların katılımıyla büyüyor ve canlanıyor diyebiliriz. Geleneksel telkâri işlerinin satıldığı çarşıda da durum pek farklı değil. Bu sanat, Mardin, Midyat ve Diyarbakır’daki Süryani ustalardan öğrenilmiş. Ahilik geleneği içinde telkâriyi Beypazarı’na taşıyan ustalar, ayrıca bir dizi minik çiçek figüründen oluşan özgün bir model de geliştirmişler. Klasik telkâri işlemelerin yanı sıra takı literatürüne “Beypazarı işi” diye geçen model bugün de üretiliyor. Bir zamanlar tümüyle el işi üretilen modellerde yüksek maliyetten kurtulabilmek için telkâri motifinin aynısı olan döküm parçalar kullanmayı tercih eden atölyelere de rastlanıyor. Şehrin çeşitli yerlerine dağılmış telkâri satan dükkânların yanı sıra Belediye binasının alt kısmı büyük bir telkâri çarşısı olarak düzenlenmiş. Çarşı içindekilerle birlikte şehirde yüze yakın telkâri atölyesi bulunuyor. Takılarda genellikle has gümüş kullanılıyor, ancak bazı modeller altınla işleniyor.
Telkârisi kadar meşhur olmasa bile gittikçe daha çok hayran toplayan bir başka Beypazarı mamulatı ise “kuru”. Yaygın bilinen adıyla “Beypazarı kurusu”, tazeliğini aylarca koruyabilen, oldukça besleyici ve lezzetli bir geleneksel yiyecek çarşı içindeki fırınlarda harıl harıl üretiliyor, hafta sonu şehre akın edecek misafirler için paketleniyor.
Uzun kış gecelerinde Beypazarı konaklarının sıcak duvarları arasında oturup mangal başında hikâye anlatılan günlerden kalma Beypazarı Kurusu herkesin çocukluk anılarında derin bir yer tutuyor.
BEYPAZARI NOTLARI
Beypazarı’nın kısa tarihçesi
Beypazarı’nın tarihi, eski çağlara dek uzanıyor. Antik dönemde Beypazarı, Luwi dilinde “Kaya Doruğu Ülkesi” anlamına gelen Lagania olarak adlandırılıyordu. Hititler’den bu yana pek çok uygarlığa yerleşim yeri olan yörenin, Frig, Galat, Bizans, Romalılar zamanında Lagania olan adı, 6.yüzyıl başında Bizans İmparatoru Anastasios`un anısına Anastasiopolis olarak değiştirilmiş.
Selçuklular döneminde, Bağdat – İstanbul yolu üzerindeki merkezlerden biri olan kasaba, Germiyanoğlu Beyliği tarafından fethedilmiş. Aynı dönemde, bugünkü Beytepe Mahallesi’nde kurulmakta olan büyük bir pazar nedeniyle Beypazarı olarak anılmaya başlamış. Bugün Orta ve Batı Anadolu’nun belki de en renkli pazarı olan Beypazarı Çarşısı, Osmanlı’dan bu yana varlığını koruyor. 1884’deki büyük yangında kül olan çarşı, taş binalarıyla yeniden inşa edilmiş.
Seyyahlardan
1638’de Evliya Çelebi;
“Haftada bir gün güzel süslü bir pazar kurulur, burada bütün kıymetli eşyalar bulunur. Halkının uğraşları tiftik keçisi olduğundan, pazarında sof çok satılır. Müşterisi vardır. Senede bin kantar sof ipliği satılır. Sofu olmaz fakat güzel mümeyyizi olur. Pazarına her hafta etraf köylerinden on bin insan toplanır.
Yedi tane hanı vardır. Çarşı içindeki güzel bir han yanmıştır. Hamamları, altı yüz dükkânı vardır. Çarşıda kasaplar içinden akan dere kenarında hafta pazarı olur. Dere burada şehrin aşağı tarafından akarak bir nehir vasıtası ile Sakarya’ya dökülür. Şehir yüksek yerde olduğundan caddeleri kumsalca ve kaldırımsızdır. Halkı garipsever ve cömert kişilerdir.”
Beypazarı’ndan bir meslek: Çilingirlik
Çilingir ustaları çarşıda faaliyet gösterirlerdi. Çilingirlik, demircilikle iş birliği hâlinde yapılan bir meslek grubu olduğu için iki zanaat erbabı birbirine yakın mekânlarda çalışırlardı. Çilingirlerin yaptığı tek iş, kilit ve anahtar yapmak değildi; “Frenk” denilen kilitlerin yanı sıra kapı kullapları (menteşe), anahtar, odun sobası, soba küreği, maşa, gelberi, esiran, pislaç, küskü ve sacayağı gibi demir ve tenekeden ev içi araçları da üretirlerdi.
*Kıvılcım Ajans Tarafından Hazırlanan, Halk Bankası Yayınları arasında 2011 yılında yayınlanan “ÇARŞILARLA ANADOLU Hanlar-Bedestenler Kapalıçarşılar” kitabından.
Fotoğraflar: Tolga Sezgin