Close
Konya (2. Bölüm)

Konya (2. Bölüm)

ÇARŞI

Çarşıya Selimiye Camii’nin karşısındaki sokaktan girdim. Bu cami, Mevlana’ya yakın konumuyla ve yakışan mimarisiyle Sultan II. Selim’in zamanında yapılmış. Bu camiyi yaptırmaya Şehzadeliği döneminde Konya Valisi iken karar veren II. Selim’in muradı sultan olduktan sonra 1570 yılında gerçekleşmiş. Camiin Mimar Sinan yapısı olduğu söylenmekle birlikte bu konuda kesin kanıtlara ulaşılamamış.

Eski şehrin bulunduğu bölgeye girdim.

Bir insan, atlarla ilgili sevgi temelli bir hassasiyet geliştirdiği zaman kokularını çok uzaktan almakla kalmıyor, onlara dair bir şeylerin varlığını da hissedebiliyor demek ki. Sadece bu kadarla kalsa neyse ama at koşumlarının da çekimine kapılmaya başlayınca biraz durup işin sonunun nereye varacağını düşünmem gerek sanırım.

Konya’nın çarşı içinden atlar çekileli çok olmuş. Köylerde hâlâ hayatın önemli bir desteği olan atlara şehir içinde yapacak iş kalmamış. O nedenle ortalıkta ne at ne de kokusu var. Yine de Kadınlar Pazarı’na doğru yolumda giderken hiç gerekmediği halde birisi kolumdan çekmiş gibi karşı kaldırıma geçtim. Çok değil beş on adım sonra enfes bir saraç atölyesinin önünde buluverdim kendimi. At koşumları olanca çekiciliğiyle içeride duruyordu. Girdim.

Saraç İhsan, Konya’nın eski ustalarındandı ancak son dönemde köylülerin at yerine motorlu araçları daha çok kullanmaya başlamasıyla birlikte farklı bir alanda üretim yapmaya başlamıştı. Şehirde gittikçe yayılan binicilik merakı ona yeni bir alan sağlamıştı. Eski işliğini yarış ve binek atları için uygun eyerler, koşum malzemeleri üreten bir atölyeye dönüştürmüştü. İhsan Digilli oğluyla birlikte çalışıyordu. Kendini yenilemeyi başaran saracın elinden çıkmış malzemeler Konya’daki binicilik kulüpleri kadar Anadolu’daki kulüp ve biniciler tarafından da aranıyordu.

Kadınlar Çarşısı’nı bulmam zor olmadı. Eski şehrin ferah bir köşesine yerleşmişti, hemen önündeki balıkçı tezgahları ve üç tarafını çeviren sokaklara taşan yiyecek dükkanlarıyla görülmeyecek gibi değildi. Burası oldukça büyük ve üstü kapalı bir çarşıydı. Taze sebze meyveyle birlikte bölgede üretilen dayanıklı yiyecekler ve en önemlisi zengin bir peynir çeşidi sunuluyordu. Küflü deri tulum peynirinin mevsimiydi. Gerektiği kadar olgunlaşmış halinin tadına doyum olmuyordu. Ayrıca taze ve dinlenmiş pek çok peynir çeşidi Konyalıların ağzını tatlandırıyordu. Esnaf işinin ehliydi, kaliteli mal ile diğerlerini birbirinden ayırmasını biliyordu.

Kadınlar Çarşısı’ndan çıkınca Aziziye Camii’ne doğru yürüdüm. Bu ilginç yapının yerinde bir zamanlar ünlü Bezirgânlar Hanı varmış. Cami ilk olarak XVII. yüzyılda yapılmış, 1867’de yanınca Sultan Aziz tarafından yeniden ve özellikle ilginç minareleriye gösterişli bir yapı olarak inşa ettirilmiş. Aziziye Camii tam da çarşının orta yerinde.

“Toplam 1900 sultan çarşısı dükkânları vardır. Nice yüz dükkanları baştan başa kârgir bakımlı yapılardır, ama bunlardan kârgir yapı demir kapılı kanatlar ile yapılmış mavi kurşun ile örtülü bedesteninde zengin tüccarlarda bütün dünyanın değerli eşyaları mevcuttur. Sipah pazarı, saraçhaneleri ve tahta kalesi bakımlı ve süslüdür,” diyen Evliya Çelebi’nin izinden girdiğim çarşıda bedesten yoktu, çarşı ekonomik varlığını iyi kötü sürdürürken üretim esaslı geleneksel dokusunu çoktan kaybetmişti.

Gerçi bu yeni bir durum değildi. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da benzer bir manzarayla karşılaştığını biliyoruz. Moğol istilasına kadar, hatta XIII. yüzyıl sonuna kadar büyük bir refah içinde olduğunu belirttiği şehrin çarşısındaki ekonomik ve toplumsal ilişkilerden söz ederken şunları söylüyordu:

“Bu servet yalnız ticaretten gelmiyor, büyük bir zanaat da onu besliyordu. Yazık ki Konya çarşısı hakkında ancak delâletlerle fikir sahibiyiz. Eski Konya çarşısı bu devirde bütün Anadolu çarşıları gibi ahî idi,” diyor.

Çarşının sokaklarında epeyce dolaştım.

Ne Evliya Çelebi’nin sözünü ettiği dokudan eser kalmıştı ne de Tanpınar’ın “delâletlerle fikir sahibi” olduğu yapıdan. Anadolu’nun pek çok eski kentindeki eski çarşılar gibi biraz kendi haline terkedilmişti, biraz merkez dışında yaşayanların ihtiyaçlarına yönelik hizmet veriyordu, kısıtlı bütçelere hitap eden ürünler satan bir çarşı olmuştu. Herhangi bir karakteristik özelliği bulunmadığı gibi, üretim yeteneğini kaybetmişti. Dünya pazarlarına koşut bir gelişmeyle Çin mallarının istilasına neredeyse teslim olmak üzereydi. Sadece kullanım eşyalarında değil, hatıra ve hediyelik mahiyetindeki süslemeye yönelik malların arasında da Çin işleri önemli bir yer tutuyordu.

Bu çarşının eski hayatiyetinden geriye sadece sokak isimleri kalmıştı ki bu sayede gerek âhilik geleneği, gerekse çarşının işlevi açısından nasıl yerleştiğini çıkarabilmek mümkündü.

Kapı Camii’ni merkez almak üzere çevresindeki sokak adlarını şimdi size sayınca ne demek istediğim anlaşılacak ve çarşının o eski hali de gözünüzde canlanacak sanırım: “Kaşıkçılar Sokak, Unkapanı Sokak, Balıkçılar Sokak, Dülgerler sokak, Fıçıcılar Sokak, Kömürcüler Sokak, Kebapçılar sokak, Kunduracılar Sokak, Kuyumcular ve Çıkrıkçılar Caddesi.

Hepsinin orta yerindeki Kapı Camii, birkaç bakımdan önemli. Uzun zamandır çarşının orta yerinde duruyor. Adını bir zamanlar Konya surlarının tam burada bulunan kapısından almış. Asıl adı İhsaiyye Camii. 1658 yılında Mevlâna’nın torunlarından Hüseyin Çelebi tarafından yaptırılmış.

Çarşı içinde gezinirken kerterizim bu cami. Gerçi Konya çarşısı bildiğim eski çarşıların labirentlerine benzemiyor ama yine de dükkanların arasına gerilmiş gölgeliklerden, yukarılara asılmış mostralıklardan dolayı insan yönünü kaybedebiliyor. İşte bu durumda Kapı Camii’nin yönünü doğrultunca gideceğim yere nasıl ulaşacağımı da çıkarabiliyorum.

Eski Çarşı’dan çıkınca gideceğim yer belliydi, yepyeni Rampalı Çarşı.

Valiliğe doğru yürüdüm. Şehrin merkezindeki bina Cumhuriyet’in hemen öncesinde yapılmış. “Milli Mimari” denilen tarzın bütün özelliklerini taşıyor. Ortası avlulu ve üç katlı, inşaat sırasında Konya surlarının en düzgün ve güzel taşları kullanılmış. Dört cephesi de açık olan Vallik binasının arkasından geçen yolu kullanarak Aleaddin Tepesi’ne doğru yürümeye başladım.

Son günlerde her akşamüstü menzilim bu çarşı. Rampalı Çarşı’yı ilk geldiğim gün bulmuştum.

O gün Aleaddin Tepesi ve çevresinde yaptığım yürüyüşten sonra, üstünde çalışabilmek için bir harita arıyordum. Şehir karmaşık değildi, tabelalar ve işaretler aradığım yeri kolayca bulmamı sağlıyordu ama aslına bir yere giderken daima yol üstünde birkaç kişiye danışmayı adet edinmiştim. Çünkü bu sayede hiç umulmadık bilgiler, beklenmedik yerler çıkıveriyordu karşıma. Ayrıca bir yerde oturup etrafı seyrederken arada bir haritaya bakıp sonrada işe yarayacak işaretler koymak, notlar almak iyi oluyordu.

İşte bu nedenle bir Konya haritası arıyorum. Ayrıca bir şehrin kendine gösterdiği özenin ölçülerinden biri de haritalardı; kendini ne kadar tanıdığının ve ne biçimde gösterdiğinin aracıydı. Doğru ve kullanışlı bir harita bulabilmek kadar haritayı kolayca bulabilmek de önemli. Konya da bir kaç yere sordum, büyük kitapçılardan birini tarif ettiler. Gittiğim Enis Kitabevi gerçekten büyüktü ve kırtasiye çeşitleriyle birlikte Türkçe literatürün geniş bir koleksiyonunu raflarında sergiliyordu. Ayrıca bir yayınevi vardı, ancak harita yoktu. Daha doğrusu daha önce ulaştığım, pek de işlevsel olmayan, reklama yönelik, iyi düzenlenmemiş, kroki ile harita arası yayınlar bulmuştum, biraz daha yakışanını arıyordum.

“Nerede bulurum?” diye sorunca

“Karşıdaki pasaja bak,” demişlerdi. “Rampalı çarşıya.”

Dışardan görünüşü her yerde rastladığımız kimliksiz iş hanlarından biri gibiydi. Plastik doğrama bir kapıdan giriliyordu. İtip girdim.

İçeri adım atar atmaz neye uğradığımı şaşırdım. Dört beş katlı yapı kitapçılarla doluydu. Ortasında bir merdiven dönüyor, merdivenin çevresinde ise rampalı bir koridor yukarı kadar çıkıyordu. Her katta kitapçılar, kırtasiye ve okul malzemesi satan dükkanlar vardı. Pasajda birkaç yayıneviyle müzik mağazası da bulunuyordu. Üstelik her sabah erkenden açılıyor, gece 22:00’ye kadar açık kalıyordu. İşte burası Konya’da kaldığım süre içinde en sık uğradığım yerlerden biri oldu. Her gelişte elim kolum dolu çıktım, bulduklarım sadece kitap değildi aynı zamanda adres ve randevu defterim de doluyordu.

Rampalı Çarşı’nın başlıca özelliği kitapçı ve yayınevlerini bir araya toplamasıydı. Öğrenciler ve okurlar aradığı yayını kolayca bulabiliyordu. Aynı zamanda Konya kültürünü ve tarihini araştıranlar, şehrin şairleri yazarları gazetecileri de ya çarşıda bir mekan sahibiydi ya da günaşırı mutlaka yolları buraya düşüyordu. Arkadaşlarıyla buluşmak, yeni yayınlara bakmak ya da bir kitap aramak için geliyorlardı. Hiç bir gerekçeleri yoksa bile öylesine bir çıkıp kitap kokusu almak için uğruyorlardı. Alışkanlık işte.

Rampalı Çarşı’nın kalabalığında Zeki Oğuz’u ararken haliyle ilk adres soracağım kişi çarşının çaycısıydı. Önüme düştü, üst kattaki “Çalı” ofisini gösterdi. Dükkandan bozma yayınevinin vitrininde Zeki Oğuz’un yayınlanmış araştırmaları, fotoğraf albümleri, kitaplar, Çalı’nın dağıtıma gidecek paketleri duruyordu. Büyütülerek duvarlara asılmış çok sayıda göçer fotoğrafı vardı.

Rampalı Çarşı’nın üst katları nispeten tenha. Zeki Oğuz’un da yayınevi ve çalışma ofisi burada. Zeki Oğuz Yörükler üstüne kapsamlı çalışmalar yapıyor ve bir grup genç yazarla birlikte Çalı adında bir kültür Sanat Dergisini yayınlıyor.

 GÖÇEBE KÜLTÜRÜ

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Selçuklu tarihini değerlendirirken göçebeliğin kökenleri hakkında anlattıkları, daha sonra Zeki Oğuz’dan dinleyeceklerimle birlikte bu güne bağlanacaktı. Tanpınar,

“Anadolu Türklerinin tarihi iki korkunç hadise arasında sıkışmış gibidir. Bunlardan birincisi Anadolu fatihi Kutalmışoğlu Sultan Süleyman’dan biraz sonra, 1097’de biraz da bu fethin Hristiyan aleminde tepkisi olarak başlayan Haçlılar seferidir. Bu seferlerin en tehlikelisi olan bu ilk seferde yeni beylik sadece ilk payitahtı olan İznik’i kaybetmez, fethedilen arazinin bir kısmını da elden çıkarır. Hatta başlangıçta Bizans İmparatorluğu bir çeşit satvet bile kazanır ve yeniden Anadolu içlerine sarkar. Ayrıca büyük merkezler etrafında başladığını tahmin ettiğimiz yerleşme hareketi de tabiatıyla durur. Anadolu’nun politika ve kültür tarihinde daima mühim rol oynayan göçebeliğin, o kadar uzun sürmesinde Moğol istilası kadar olmamakla beraber bu ilk Haçlılar seferinin ve onun serpintilerinin ve 1176 tarihindeki üçüncü Haçlı seferinin de payı olsa gerektir,” diyordu.

Zeki Oğuz ise,

“Yörükler asırlardır yerleşik hayata zorlanmış, iskâna tabi tutulmuşlar, köyler, beldeler kurmuşlar ama bir bölümünde o göçerlik ruhu hâlâ silinmemiş. Yayla tutkusu köreltilememiş. Yalnız devesi, kara çadırı ile yaylaya göçen Yörük sayısı azalmış. Develerin yerini son model kamyonlar, kamyonetler, kara kıl çadırların yerini küçük beton evler almış. Yaylaların çoğunda iki göz odadan oluşan evler var. Her şeye rağmen Yörükler yine göçüyor. İlk yaz gelinde yaylaların, güzde sahilin yolunu tutuyorlar. Köylere kasabalara yerleşmiş Yörüklere de göçmenin hasretliği düşüyor. Kimi senelerde senede bir kere Yörük şenliği düzenleyerek bu hasreti gidermeye çalışıyorlar.

Günümüzde 180-200 çadırlık bir göçer kitlesi kaldı. Devlet 2008 Ocak ayında yeniden faaliyete geçti kalan göçerleri de iskan etmek için.”

Zeki oğuz yaşantısının önemli bir kısmını Konya ve çevresindeki Yörüklere adamış. Onların peşinden ova yayla dolaşıyor, dertleriyle dertleniyor, sevinçlerini paylaşıyor, durup dilenmeden fotoğraflarını çekiyor ve Yörükleri yazıyor. “Yaylaların Özgür Çocukları Yörükler adlı kitabı kısa sürede ikinci baskı yapmış. Ofiste oturmuş Konya’nın bugününden söz ederken yakon geçmişe dair anılarını da anlatıyor.

Rampalı Çarşı’nın bulunduğu yerde eskiden Rum Mahallesi varmış. Çarşı yapıldıktan sonra uzun süre boş kalmış. Zeki Oğuz Rampalı Çarşıda ilk dükkan açan kitapçı olmuş, daha sonra arkası gelmiş. Şimdi burası canlı bir pazar olmuş. Çok satan bir kitabı bu çarşıda dörtte bir fiyata bulabilmek mümkünmüş.

Zeki Oğuz, köyde geçen çocukluğunu anlatırken ninelerinden pek çok masal dinlediğini, köye gelen masalcıların uzun destanlar anlattığını, daha sonra bunların hepsini Eflatun Cem Güney’de ve Oğuz Tansel’de okuduğunu hatırlıyor. Şehrin bilinen şairlerinden konuşuyoruz, Fevzi Halıcı, Mehmet Önder, Seyit Bezirci isimlerini sayıyor ve iyi şair olduklarından söz ediyor. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın annesinin eskiden hemen çarşını arkasındaki bir Konya evinde oturduğunu anlatıyor.

Konya’nın merkez kültürü, kent hayatı ve sanatı kadar köy ve göçebe kültürünün de çok önemli olduğunu belirten Oğuz, şehirde her ikisi konusunda da yeterli çalışma ve araştırmaların yapılmadığından yakınıyor.

Gerçi bu yakınma günümüzdeki durumu kapsamakla birlikte çok yeni değil. Çünkü Konya Sazı ve Türküleri adlı kitap yayınlanan Mehdi Halıcı şu tespiti yapıyor:

“Konya türkülerinin geçmiş dönemde notaya alınmaması ve sözlerinin yazılmaması nedeniyle pek çoğunun yitip gittiği inancındayız. Osmanlı, Muzaffer Saraç’ın da belirttiği gibi Anadolu halkının dili, kültürü ve müziğine sahip çıkmadı. Selçuklulardan sonra Anadolu tümüyle kültür ve müzik alanında tam bir karanlığa girdi. Anadolu’nun kültür alanında uyanışı kösteklendi. Türkülerimizin günümüzdeki kopukluğu bunun sonucudur.”

 SELÇUKLULARIN VE MEVLEVİLERİN İZİNDE

Konya’nın derin kültürünün ve yaşayan değerlerinin hak ettiği araştırmalar ve derlemelerden yoksun kaldığı tespiti şehrin konuştuğum aydınları tarafından dile getiriliyor.

Bu eksikliğin farkına varan, Konya’yı da aşarak Anadolu’yu tarayan, bununla yetinmeyip Dünya’ya açılan üç fotoğrafçı arkadaş başarılı projeler gerçekleştirmiş.

Mevlana Caddesi’ndeki küçük bir fotoğrafçı dükkanını işleten Ahmet Kuş ve Feyzi Şimşek, İbrahim Dıvarcı ile konuşuyoruz. Selçuklu’dan günümüze kalan izlerin peşine düşmüşler, yakın ve uzak coğrafyada yolculuklar yapmışlar, Kafkaslar’dan Yemen’e kadar giderek Selçuklulardan kalan izleri fotoğraflamış, albüm haline getirmişler. Benzer bir çalışmayı Mevlana ve Mevlevilik konusunda gerçekleştirmişler. Dünyadaki Mevlevilerin peşine düşüp fotoğraflamış ve tanıklıklarını belgelemişler.

Cadde üstündeki dükkanda konuşuyoruz, giren çıkan müşterilerin trafiğini görünce bu işler için nasıl zaman bulabildiklerini soruyorum. Hiç tereddüt etmeden esas cevabı veriyorlar,

“Bizim için aslolan fotoğraf aracılığıyla gerçekleştireceğimiz tanıklıklardır ve kültürel hafızaya yapacağımız katkılardır. Fotoğraf bunun için bize geniş imkanlar sağlıyor. Biz de kimi zaman dükkanı kapatarak, kimi zaman yakınlarımıza bırakarak bu imkanları değerlendiriyoruz” diyorlar.

Fotoğrafla ilgilerinin tarih ve sanata duydukları merakla bağlantılı olduğunu söyleyen Ahmet Kuş,

“Burası benim için bir Selçuklu şehridir,” diyor. Birçok yapının kaybedilmiş olmasına rağmen geriye kalanların bile nasıl bir sanat ve kültür evreni yarattığını göstermeye yeterli olduğunu söylüyor. Yaptıkları çalışma sayesinde Osmanlılara göre daha mütevazı görünen Selçukluların asıl parıltılarını İran, Azerbaycan ve Özbekistan’daki eserlerde gördüklerini belirtiyor, çini ahşap ve taş işçiliğindeki ustalıklarını anlatıyor.

“Bütün bunlara rağmen Konya’da bugünkü tarih korumacılığı konusunda büyük zaaflarımız var,” diyen Ahmet Kuş,

“Tarih korumacılığı gelişmesi gerekirken tam tersine zayıflıyor. Eski evler yıkılıyor yerine apartman blokları yapılıyor. Mesela Mevlana türbesinin arkasındaki Bey Sokak çok önemliydi ama onu kaybettik. Arada çeşmeler, camiler kalıyor ama evler yok,” diyor.

OTURAK

Konya’nın geleneksel “Oturak”ları konusunda bir kitabı yayınlanan ve Rampalı Çarşı’da kitapçılık yapan Mehmet Tahir Sakman, Konya’ya dışarıdan bakınca görülenler ile içeriden bakınca görülenler arasında büyük farklar olduğunu anlatarak söze başlıyor. Kitabevinin rampaya yakın tarafındaki kasanın arkasında oturuyoruz. Önümüzden gruplar halinde gençler geçiyor, okul kitapları arıyorlar, fiyatları soruyor, aynı kitabın daha ucuz olanını bulmaya çalışıyorlar. Çarşı kendi içinde böyle bir rekabet ortamı yaratmış demek. Ama her esnaf kendisinde olmayan kitabın hangi komşuda bulabileceğine dair yardımı esirgemiyor.

Tahir Sakman, Konya’nın Mevlana olmasaydı bu kadar tanınmayacağını, bozkır ortasındaki şehrin Mevlana ile güç kazandığını anlatıyor,

“Şehrin bunca yıl başkent olması sayesinde yerlilerde bir vakar görürsünüz,” Toprakla uğraşan Konyalılar derin bir kültürün mirasçısı olduklarının bilinciyle davranırlar. Bu durum şehir folkloruna, kültürüne sinmiştir. Aleaddin Tepesi’ne çıkıp etrafa bakın Anadolu tarihinin izler bulursunuz,” diyor. Bu durumun türkülere de yansıdığını belirterek kederli havaların pek fazla olmadığını, en dertli türkülerin bile göbek havası kıvamında icra edildiğini söylüyor.

“Dünden Bu Güne Konya Oturakları” adlı kitabı yayınlanan Tahir Sakman, bu çalışmasıyla birlikte, özellikle bilgi eksikliği nedeniyle oturak kültürünün üstünü örten sis perdesini ve bir tabuyu ortadan kaldırmak istediğini söylüyor. Oturak geleneğinin Anadolu’nun pek çok kentinde bulunduğunu, isim farklılıkları ve küçük şekil değişiklikleriyle pek çok yerde yapıldığını söylüyor ve şöyle devam ediyor:

“Konya oturakları, musiki meclisinin kurulduğu nezih ortamlardı. Kadın vardı elbette ama bu sayede ortam çok daha nezih hale geliyordu. Bu çok eski bir kültürün günümüze yansımasıydı. Konya türküleri Konya oturaklarında yaşamıştır.

Günümüzde yozlaşmış olan bizi bağlamıyor. Konya oturakları özünde cinsellik olmayan sohbet ve meşk esaslıydı,” diyor.

Konya’da türkü yakan çok sayıda kadın bulunduğunu, türkülerin kuşaktan kuşağa nakledilmesinde ninelerin önemini anlatıyor.

 ŞEHRİN YAZARI

Konya’da yerel basın günümüzde son derece etkili ve güçlü bir organ görünümünde. Gazete ve dergilerin yanı sıra çok sayıda radyo ve televizyon düzenli yayın yapıyor.

Konya Basın Tarihi adlı bir kitap yayınlayan Caner Arabacı Bünyamin Ayhan, Adem Demirsoy ve Hakan Aydın ise geçmişten bu güne basının durumunu değerlendirirken,

“Konya basın tarihi Konya’nın, daha da genellenirse Türk toplumunun gelişimi değişimi, dertleri, tasaları daha toptan bir ifadeyle kaderi ile bütünleşerek doğup, gelişip, hayatını sürdürerek günümüze kadar ulaşmıştır,” diyorlar. 1870’lerden yakın zamana kadar basında yaşanan değişim ve gelişimi irdeleyen araştırmacılar, “Gazeteleri dergileri ile Konya basını, bir açık düşünce meydanı olmuştur,” diye ekliyorlar.

Şehrin basın yayın hayatında önemli bir yer tutan, yayınladığı kitaplar, yaptığı araştırmalar ve yazdığı makalelerle Konya’nın saygın yazarlarından biri olan Seyit Küçükbezirci Şehrin giderek derinlere çekilen muhayyilesinin ortaya çıkarılması gerektiğini aksi takdirde Konya’nın “şehir” olmaktan çıkıp “yerleşke” haline geleceğini söylerken,

“Şehrin bir ruhu olması lazım, hafızası, muhayyilesi, hayali olması lazım,” diyor ve yıllardır kültürel derlemeler yapılmadığını, Üniversite’nin şehir hayatına daha fazla katkıda bulunması gerektiğini, şehirle ilgili akademik çalışmaların Konya basınında daha geniş yer alması gerektiğini anlatıyor.

Konya kültürünü tek kelimeyle “muhteşem” diye tanımlayan Küçükbezirci, bu kültürün insancıllığı, haram yememeyi, kötülük yapmamayı, sevecenliği ve benzeri erdemleri vazeden özünün, masallarda, türkülerde, deyişlerde yaşayarak kuşaktan kuşağa aktardığını ve 80-90 yaşına gelmiş okuma yazma bilmeyen kadınların olanca derinlikleriyle bu kültürün sürdürücüsü olduğunu söylüyor.

“Okuma yazma bilmezler ama 1000 yıllık Anadolu kültürünün masalını türküsünü bilirler,” diyor.

Özcan Yurdalan

Gazella Turizm Turları

Close