Close
İznik (2. Bölüm)

İznik (2. Bölüm)

GÖL – BALIKÇILAR

Türkiye’nin beşinci büyük gölü olan İznik Gölü, uzunluğu doğu batı istikametinde 32 kilometre, genişliği ise kuzey güney doğrultusunda 11.5 kilometre olan ince uzun bir mavilik. İki akarsu, Karadere ve Kocadere ile birlikte pek çok kaynaktan besleniyor ancak 1990 yılında doğal sit alanı ilan edilen Göl’ün çevresi tarım alanları ve meyve bahçeleriyle çevrili olduğu için hızla kirleniyor.

Evliya Çelebi’nin,

“Kalenin batı tarafında çevresi 60 mil büyük bir göldür. İçine yedi yerden akarsular katılıp batı tarafında Gemleyik (Gemlik) Kasabası körfezine ayağı akar. Etrafında 45 parça bağlı, bahçeli, camili, hamamlı ve küçük çarşılı bakımlı köyler ile süslenmiş göldür. İçinde 30 adet balık avcısı kayıkları vardır. En az derinliği 20 kulaçtır. Dört tarafını bir atlı adam bir günde dolaşabilir,” diye anlattığı göl, çevresindeki tarım alanları ve yakın yerleşimlerin atıkları nedeniyle ciddi bir kirlenme tehlikesiyle karşı karşıya.

Avlanma yöntemleri nedeniyle balık türleri azalırken gölde faaliyet gösteren dört kooperatif arasında zaman zaman yaşanan amansız rekabet sorunların büyümesine yol açıyor.

Evliya Çelebi,

“Suyu gayet güzel ve tatlı olduğundan burada olan 76 çeşit balıklar bir gölde yoktur. Özellikle bunlardan elhalinye balığı, alabalığı ve sala balığı, gayet meşhurdur ki aslâ balık kokusu yoktur. Gayet lezzetli çorbası ve tavası olup kolay sindirilir olduğundan başka güçlendiricidir. Bütün avcılar bu balıkları Yenişehir’e Gemlik Kasabası’na ve Pazarköy Kasabası’na götürüp kâr ederler,” diyor.

Ancak Orhangazi Su Ürünleri Kooperatifi yöneticileri, balık türlerinin çok azaldığını işaret ederek kirlenmenin önlenmesi için çeşitli girişimlerde bulunduklarını anlatıyorlar. Tarım ilaçları ve derelerden gelen atıkların kirlenmede başlıca etken olduğunu söylüyorlar; Orhangazi kıyıları kadar İznik kıyılarının da kirlenmeye katkıda bulunduğunu belirterek zeytinyağı fabrikaları gibi piknikçilerin de denetlenmesi gerektiğini anlatıyorlar.

İznik Su Ürünleri Kooperatifi ise yakın zamana kadar 77 tür balığın yaşadığı gölde sadece sazan, akbalık, yayın ve gümüş balığı türlerinin kaldığını belirterek, avlanmada kullanılan ince gözlü trol ağlarının diğer balıklara zarar verdiğini, gümüş balığı avcılarının diğer türlerin yavrularını yok ettiğini söylüyorlar.

İznik Gölü son yıllarda ağırlıkla gümüş balığı üretimine yönelmiş. Gümüş balığı avlayan tekne sahiplerinin sosyo ekonomik durumları üstüne araştırma yapan Kadir Doğan, ikisi Orhangazi, ikisi de İznik bölgesinde çalışan dört kooperatife üye balıkçılardan % 60’ının aynı zamanda tarımla da uğraştığını, balıkçıların diğer göllerdeki meslektaşlarına göre daha profesyonel olduklarını, kooperatiflerin avcılığı daha sağlıklı hale getirdiğini ancak kurumlar arası ilişkinin sağlıklı işlemediğini belirtiyor.

Evliya Çelebi’nin

“Suyunda şehir halkının bütün kadınları gölün kenarında çamaşır yıkarlar. Esvapları sabunsuz öyle beyaz olur ki sanki pamuk gülü gibi olur,” diye anlatmasını destekleyen İsmail Özgören’de 80’lere kadar gölde çamaşır yıkandığını belirterek

“Özellikle halıları traktörlerle gölün müsait olan tarafından içine sokar, orada yıkardık,” diye anlatıyor. Gölün kimyasallarla kirlenmesine yol açan önemli etkenler arasında çiftçilerin tarım ilacı tanklarını traktörle getirerek gölde yıkamaları gösteriliyor. Belli ki İznik Gölü birkaç asır önce çevresinde yaşayanların kirletemeyeceği kadar büyük ve güçlü bir suymuş ancak bugün en küçük özensizlik büyük bedellere mal oluyor.

ÇİNİ

Atatürk Caddesi’ni şehri kuzey güney doğrultusunda ikiye bölen bir eksen kabul edersek bugün bütün canlılığıyla yaşayan mahallelerle birlikte şehrin geçmişini yansıtan yapıların çoğu doğu bölgesinde toplanmış.

Beyler Mahallesi’nde dolaşıyordum.

Evliya Çelebi’nin,

“… kalenin içinde toplam 18 mahalle ve (….) bin adet kiremit ile örtülü bağlı ve bahçeli, iki katlı bakımlı ve süslü evler ile bezenmiş, şirin imaretler ile süslenmiş Rum çini şehirdir,” dediğine bakarak bugünkü yapılar her ne kadar kayda değer mimari bir özellik taşımasa bile, yine de İznik’in ferah bir şehir dokusuna sahip olduğunu söyleyebilirim. Bu haliyle Evliya Çelebi’nin yaptığı tasvire bir hayli uygun düşüyor.

Birkaç katlı, avlulu evlerin arasından geçerek birbirini dik kesen sokaklarda yürüyordum, Eşref Eroğlu’nun çini atölyesini arıyordum. Bulmak hiç de zor olmadı.

İznik’te çininin yeniden uyanışında Faik Kırımlı ile birlikte büyük emeği geçen Eşref ustanın adı, atölyesinin bulunduğu sokağa verilmiş. Cümle kapısından birkaç basamakla avluya inince bizi küçük bir nar ağacı karşıladı. Hemen girişteki süs havuzunun yanındaydı. Sanki yeni bitmiş bir çini panayırının izlerini taşısın diye oraya konmuş havuz, orasına burasına çömlekler, kaplar yapıştırılarak süslenmişti.

Görünürde kimse yoktu. Dikdörtgen avlunun karşı sağ köşesine iki katlı bir yapının merdivenleri yaslanmıştı. Tam karşıda ise bir atölyenin bereketli karmaşası fark ediliyordu.

Kimseyi rahatsız etmemek kaygısını taşırken bir taraftan da merakın cazibesine kapılmış atölyeye doğru yürüyorduk ki o sırada kopan şangırtıyla birlikte olduğumuz yere çakıldık. İçeriden genç bir kadının söylenerek bize doğru yaklaşan sesi duyuldu. Selcen Eroğlu, kucağında bir düzine bisküvilenmiş tabakla birlikte boyahaneden çıkmış gülümseyerek geliyordu. Odunla çalışan büyük çini fırınının yanından geçerek merdiven altına uzanmış çamur atölyesine girdi. Kucağındaki nakışlanmaya hazır tabakları yere bıraktı ve peşinden gelmemizi işaret ederek tekrar boyahaneye geçti.

Ardı sıra girdiğimiz yer, raflara dizilmiş kavanozlar, geniş tezgaha yerleştirilmiş tabaklar, boyanma sırası bekleyen ham çanaklarla doluydu.

Burası Eşref Eroğlu bu dünyadan geçtikten sonra eşi ve kızları tarafından yürütülen atölyesindeki boyahaneydi. Birkaç adım atınca, az önce kopan şangırtının sebebi anlaşıldı. Yerde kocaman bir leke, aynen İznik Gölü renginde muhteşem bir kobalt maviyle zemine yayılmaya devam ediyordu. Üstünden atlayıp geçerken Selcan hanımın az önce elinden kayarak parçalanan boya şişesinin kırıklarına basmamaya dikkat ediyorduk.

Selcan Eroğlu, pazartesi günü atölyenin tatil olmasından istifade ederek seramik hamuru hazırlamak için gelmişti. Yalnız başına çalışıyordu, Afyon’da seramik mühendisliği okumuştu. Kardeşleri Aslıhan ve Şule ile birlikte annelerinin devraldığı çalışmaları sürdürüyorlardı. Üç kız kardeş çini ve seramik eğitimi almış, hem altyapı hazırlama hem de nakış ve bezeme üstüne çalışmışlardı.

Selcen Eroğlu “altyapıcı” olduğunu söyleyerek ham maddeden başlayıp boyamaya hazır hale gelinceye kadar her parçayı hatasız yapma sorumluluğunun kendisine ait olduğunu anlatıyor.

Bu işi çok küçük yaşlardayken öğrenmeye başlamış; anne ve babasıyla birlikte Faik Kırımlı bir araya gelerek bitmiş bir zanaatı yeniden canlandırmak üzere iz sürmeye başlayınca onları izlemiş.

Az çok ürünler ortaya çıkınca, sırrı boyası görünür olmaya başlayınca ona da kardeşleri gibi avluyu temizleme, ortalığı toplama, atölyeyi düzenleme gibi görevler vermişler.

“Bu sayede sabretmeyi ve gözlem yapmayı öğrendik,” diyor.

Daha sonra atölyede üretim işlerinde çalışmaya başlamış, çininin her aşamasında pratik geliştirmiş. Üniversite yıllarında edindiği bilimsel bilgiler kadar atölyede kazandığı becerinin de önemini vurgulayan Selcen Eroğlu, çininin ilk fırınlamadan sonra bisküvi haline gelirken pek çok aksaklıklar yaşanabildiğini, malzemenin bozuk çıkma ihtimalinin yüksek olduğunu anlatıyor ve

“İlk zamanlarda fırından bozuk ürün çıkınca oturup ağlardım, şimdi o kadar etkilenmiyorum ama sabırla üstüne gidip problemi çözmeye çalışıyorum,” diyor. Evliya Çelebi’ye bir gönderme yaparak

“Ustalık tanrısal bir iştir,” diye ekliyor.

Selcen Eroğlu İznik’te çininin yaygın bir işkolu haline geldiğini söylerken kadınların bu alanda önemli bir yer tuttuğunu anlatıyor. İznik’teki 180’e yakın atölyede çalışma imkanı bulduklarını, boya ve nakış işlerinin evlerde kadınlar tarafından yapıldığını söylüyor.

Atölyede hazırlanan özel ürünler için avluda duran odun fırınının yılda birkaç kez yakıldığını anlatan Selcen Eroğlu, bu sürecin birbirine eklenen törensel bir iş olduğunu özellikle vurguluyor. Fırın yakımından ürün dizilmesine, ocağın gece gündüz beslenerek ısının kıvamında tutulmasından soğuma aşamasına kadar her aşamada bütün kadronun heyecanlı bir bekleyiş içine girdiğini; her fırının bir de mangalı olduğunu; açılışa kadar hep birlikte yemekler yendiğini; çıkan ürünlerin ise mutlaka zekâtının verildiğini söylüyor.

Atölyenin üst katı çini boyama stüdyosu olarak kullanılıyor. Burada kurslar düzenlendiği gibi desen araştırmaları yapılıyor.

Binanın geniş salonu bir tür özel müze olarak düzenlenmiş. Eşref Eroğlu’nun ilk dönemlerde yaptığı çalışmalarla birlikte ustalık eserleri ve çeşitli anılar buradaki camekanlarda sergileniyor.

Avlu kapısından çıkan merdivenlere doğru ilerlerken yine şenlikli havuzun ve kurumuş dallarında üç tek nar bırakılmış küçük ağacın yanından geçtik.

 ÇİNİNİN İZNİK’TE YENİDEN DOĞUŞU

İznik araştırmaları yapan ve şehir anılarını bir kitapta toplayan Recep Bozkurt, çininin yeniden doğuşunu anlatırken Faik Kırımlı’dan söz ederek,

“Yıl 1987” diyor. “Ameli Faik usta onca yıllık emek ve deneyimini idealleriyle birleştirmek için İstanbul’dan atlayıp İznik’e geliyor. Bu koca ustanın İznik ile ilgili büyük bir hayali var: Bu mümbit topraklarda, bu sıcak güneş altında, ateş çiçekleri neden yeniden açmasın?”

Çini İznik’in bir dönem her şeyi olmuş. Özellikle Osmanlı’nın refah dönemini yaşadığı XV. ve XVI. yüzyıllarda İznikli çini ustalarının gerek saraya gerekse cami, anıt ve türbelere iş yetiştirmek için durup dinlenmeden çalıştıklarını biliyoruz. O dönemde binaların iç ve dış yüzeylerinde kullanılan çiniye “kaşi”, evlerde kap kacak olarak kullanılanlara ise “evani” deniyor.

Saraya hizmet eden ve Ehl-i Hiref denilen sanatkarların içinde Kaşigerler grubu da bulunuyor ki onlar sadece çini bezmelerle ilgileniyorlarmış. Bu kaşigerlerin ürettikleri motifler, kap kacak formları, dekorasyon parçaları, İznik Kadısı’na saray siparişi olarak gönderilir; Kadı çizimleri kaşicibaşına teslim eder; desenlerle birlikte siparişler ustalara dağıtılır ve üretim süreci başlarmış. Bir dönem ham maddenin zayi olmaması, motiflerin harcıalem kullanılmaması ve saray ile birlikte imparatorluk ileri gelenlerine ait inşaatların çinisiz kalmaması için İznik’teki atölyeler ve üretim süreci sıkı kontrol altına alınmış.

Bu parlak dönem imparatorluğun sarsıntı içine girmesiyle birlikte sönmeye başlamış. Saray tarafından ekonomik ve sanatsal desteği kesilen İznik atölyelerindeki ocaklar birer ikişer kapanmış.

Evliya Çelebi,

“Çiniden kâseleri, tabakları ve ibrikleri meşhurdur. Osmanoğulları ülkesinde ne kadar nakışlı çinili imaret var ise bu İznik şehrinde işlendiğinden Çîn-i Mâçîn-i Rum derler. Sihirli bukalemun nakışlı kâşîler (çiniler) işlenir ki anlatılmasında dil yetersiz kalır,” derken sanatı hâlâ övmekte ve göz doldurucu olduğunu söylemektedir ancak hemen öncesinde,

“9 yerde usta kâşî çini işlikleri vardır. Ahmed Han zamanında 300 işlik varmış, zulümden viran olmuştur,” diyerek 300 atölyeden 9 atölyeye gerileyen bir çöküş yaşandığını da anlatıyor.

1648’de 9 atölyeyle sürdürülen İznik çiniciliği bir süre sonra tamamen tükenmiş. Ta ki,

“1987 yılının baharında Eroğlu ailesinin pazaryerindeki arsasında ilk çalışmalar heyecanla başlayana kadar,” diye anlatmaya devam ediyor Recep Bozkurt.

Faik Usta daha önce Kütahya’da çalışmalarını geliştirmek için bir zemin aramış ancak istediği ortamı bulmayınca İstanbul’a dönmüş, Eroğlu ailesiyle buluşarak yeniden heyecan duyunca İznik’e gelmiş. Üç, üç buçuk yıl kadar birlikte çalışmışlar. Daha sonra iki usta ayrılmış, yeniden uyandırdıkları İznik çinilerini kendi yollarında çoğaltmaya devam etmişler.

Bugün İznik’te dört tanesi altyapı üretebilen yüz ellinin üstünde atölye bulunuyor. Tarihteki üretim kalitesine oldukça yaklaştıkları halde atölye sayısına henüz ulaşılamamışlar ancak üretim kapasitesi geçmiş parlak yılları pek aratmıyor.

İznik’te 2001 yılında İznik Çini ve Seramikleri Ar-Ge Derneği kurulmuş. 69 üyesi bulunan dernek aktif olarak eğitim çalışmaları sürdürüyor. İznik Sanayi ve Ticaret Odası’nın sitesinde yapılan bir aramada çinicilik alanında kayıtlı üyeye rastlanmıyor ancak şehirde bir “Çini Vakfı” bulunuyor. İznik eğitim ve Öğretim Vakfı, İznik çinileri konusunda referanslara sahip bir kurum olarak çalışıyor. 1993 yılında Prof. Dr. Işıl Akbaygil öncülüğünde İznik çinisini ve kültürel değerleri tanıtmak amacıyla, mevcut potansiyeli harekete geçirmek için kurulan Vakıf, İznik çini sanatı ile ilgili var olan ve ulaşılacak bilgileri sistematik bir eğitimle gelecek kuşaklara aktarmaya çalışıyor.

İznik’te çininin Kütahya’daki kadar büyük bir üretim potansiyeline ulaşmadığı açık ancak sanatkarların nadide parça üretme, sanatsal formlar yaratma konusunda oldukça yüksek seviyelere ulaşmak üzere oldukları anlaşılıyor.

 MEDRESEDE ÇİNİ

İznikli çinicilerin ürünlerini sergileyerek pazarladıkları Süleyman Paşa Medresesi, önemli bir tarihi mekan. Evliya Çelebi’nin,

Dar-ül tedrisleri yedi medresesi var ise de Süleyman Paşa Medresesi hepsinden mükellef olup darü’l hadis ve darü’l kurra-ı mahsusu da vardır,” dediği bu yapı Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Şah adına ölümünden sonra babası tarafından yaptırılmış.

Açık avlulu medrese tipinin Osmanlı’daki ilk örneği sayılan yapı “U” plan üstüne kurulmuş. Öğrenciler için avlu çevresine 11 hücre yerleştirilmiş, bir de büyük derslik yapılmış.

Medresenin avlusu şimdi oturup çay içmek, dinlenirken çevredeki hücrelere yerleşmiş çini dükkanlarının sergiledikleri ürünleri seyretmek için uygun bir yer. İznik’in kayda değer sanatkarlarının buradaki dükkanlarında her keseye ve zevke uygun ürünler bulunuyor.

Medresenin küçük kemerli kapısından çıkınca hemen karşıda birkaç atölye daha bulunuyor. Bunlardan birinde çalışan Havva Çandar, Osmanlı’nın Fatih devrine kadarki döneminde iz bırakmış, devlet yönetiminde son derece etkili olmuş bir ailenin son gelini.

Fatih’in Veziri olan ve İstanbul’un fethinden hemen sonra boğdurulan son Türkmen sadrazam olan Çandarlı Halil Paşa’nın sadece adı ve anıları değil ailesinin bir bölümü de İznik’te yaşıyor.

Sanat tarihi alanında çalışmalar yapan Havva hanım eşiyle birlikte yönettikleri atölyede üretime de katılıyor. Eserlerini sergiledikleri raflar arasında oturmuş kahvelerimizi yudumlarken renklerin ve motiflerin anlamları üstüne ayrıntılı bilgiler verdikten sonra İznik’i,

“Adından başlayarak kadınların varlığını ağırlıkla hissettiren bir kent”, olarak tanımlıyor.

 ÜÇ NADİDE ESER

Göl Kapı’nın öte yakasında, şehrin doğu ucundaki Lefke Kapı’ya yakın bölgesinde üç nadide eser var ki bunlardan Yeşil Cami, minaresindeki çini bezemeyle çok uzaktan göz alıyor. Evliya Çelebi burayı,

Hayruddin Paşa Camii, Yeşil Cami diye şöhret bulmuş bir camii zibadır,” diye bir cümleyle geçmiş ancak uyumlu kubbeleri ve kubbeyle orantılı minaresiyle dikkate değer bir yapı. Çandarlı Kara Halil Paşa tarafından 1378’de yapımına başlanmış. Osmanlı’nın ilk dönem camilerindeki anıt yapı özelliklerini taşıyan Yeşil Camiin kitabesinde mimarının Hacı bin Musa olduğu yazılı.

Camiin mihrabı ve üstündeki ters lale motifli rumi bezemesi, pencere içi mermer nakışları kadar dikkat çekici. Minaredeki turkuaz ve lacivert çiniler, altı köşeli yıldızlarla birlikte kullanılmış, araya giren sırlı tuğlalarla hareketli bir bezeme yaratılmış.

Güzel düzenlenmiş geniş bir yeşil alan içindeki Yeşil Cami ile karşılıklı duran Nilüfer Hatun İmareti ise bugün müze olarak kullanılıyor. Oldukça zengin sayılabilecek koleksiyona sahip müzenin bahçesinde şehrin en eski dönemlerine ait yapı parçaları bulunuyor.

Nilüfer Hatun İmareti, Yeşil Cami ile birlikte küçük ve zarif Şeyh Kutbeddin Camii ile aynı yerde. Vaktiyle şehirde bulunan altı imaretten sadece bu yapı günümüze ulaşabilmiş.

Asıl olarak yoksulların istifade etmesi için 1388 yılında yapımına başlanan ve tamamlandıktan sonra aşevi olarak kullanılan imarethane daha sonraki dönemlerde zaviye, fabrika, ahır, ve depo olarak kullanıldıktan sonra uzun bir süre harap halde kalmış. 1950’lerin sonunda başlayan onarımın ardından 1960 yılında müzeye dönüştürülmüş.

Nilüfer Hatun İmareti, Lefke Kapı’ya yakın duruyor. Evliya Çelebi’de İstanbul Kapı’dan girdiği şehri

“Defterzadeli Hasan Ağa ile ve diğer dostlarla vedalaşıp yine kıbleye doğru…” giderek Lefke Kapı’dan terketmiş. Biz de aynı yerden çıkıp yola devam ediyoruz.

Özcan Yurdalan

Gazella Turizm Turları

Close